Sur le pont d’Avignon, on y danse on y danse…
(Köprüde dans edenlerle Picasso’nun kadınları aynı olmayabilir, ne gam. Benim sahne hikayemde ikisinin gönül bağı Çehov’dan dolambaçlı. Görenler, bilenler…..)
Sur le pont d’Avignon, on y danse on y danse…
Avignon’a geçerken dilime sözlerini yarım yamalak bildiğim bu şarkı takılıyor ister istemez. Kentin ünlü köprüsüne doğru ikinci turum, aklımda Ferhangi bir muziplik. Ferhan Şensoy’un sahnede bu şarkıyı söyleyişini, mimik ve jestlerini net hatırlıyorum. “Felek Bir Gün Salakken” olmalı. Sanırım matine-suare 16 kere seyretmiştim, bazı sahneleri hala ezberimde.
Lisedeyken okul yepisyeni bir tiyatro salonu açmıştı. Yer göstermek, gelen sanatçılara yardımcı olmak falan filan için yarı zamanlı çalışacak öğrenci arıyorlar. Kadim dostum Erdem’le hem okulun tiyatro grubunda olduğumuz hem de belli bir performatif namımız olduğu için bizi uygun görmüşler. (Ol nam ki, okulun hassas orta sınıf bağrında kıymık misali.) O zamanlar bir Neşe ablamız var, bu işlerden sorumlu, bizi bulup koydu tiyatro salonuna. Bizim de canımıza minnet tabii. Bedavaya oyun izleyeceğiz, sanatçılarla tanışacağız falan… Eh, akşam geç saatlere kadar takılacağız, kuytuda kaçak göçek sigara içeceğiz kısmı da var. Bir de üzerine cep harçlığı, maaş alacağız… Ferhan abiyle tanışmak da böylece kısmet oldu. “Ferhangi Şeyler” ve “Felek Bir Gün Salakken” kapalı gişe oynuyor, üst üste bilmem kaç hafta. Abi de, sağolsun, bize pek sahip çıkıyor, sohbet-muhabbet… Zaten “memleketlimiz,” benim de o zamanlar en büyük arzum tiyatrocu olmak… Aile falan, mümkün değil tabii… Neyse. Velhasıl, trende kafamın içinde oyundaki şarkıyı döndüre döndüre o günleri düşünüyorum.
Sur le pont d’Avignon, on y danse on y danse… 19. yüzyılda adına danslı türkü yakılan Pont de Saint Benezet, Rhone nehri üzerinde “karşıya geçecekmiş de sonradan fikrini değiştirmiş,” gibi uzanıyor. Ya da, bencileyin, yolun yarısında “kafası karışmış” da karşıya geçmeyi unutmuş, öylece kalakalmış gibi… Avignon’un ünlü karşı kıyıya varmayan köprüsü aslen 12. yüzyılda yapılıyor. Sonra 13. yüzyılda kentin kuşatılması esnasında yıkılıyor. Daha sonrasında tekrar yapılsa da seller sürekli yıkınca, fazla pahalıya geldiğinden olsa gerek, vazgeçiliyor. O da öyle, biraz eksik, biraz eğreti kalakalıyor. Adına sadece türküler yakılası değil, ilhamıyla öyküler yazılası bir objeye dönüşüyor.
Kentin tarihi ayrıca dikkat çekici. Bunun en önemli izi ise elbette Palais du Papes, yani Papalık Sarayı. 14. yüzyılda bir süreliğine Papalık buraya taşınıyor. Kütüphanesi çok ünlü; yazılanlara bakılırsa, bir dönem koridorlarını aşındıranlar arasında Petrark da var. 15. yüzyıla kadar da bilimum iktidar oyunlarının sahnelerinden biri olarak dikkat çekiyor. Sonrasında ilgi kaybına uğrasa da bugün hala bütün ihtişamıyla zamanların tanığı.
Avignon bölgenin en gezilesi yerlerinden biri. Tarihi, mimarisi, sevimli sokakları, özgün lokantaları, çeşitli kafeleriyle sadece gezmelik değil, gidip bir süre kalmalık bir yer. Aktif bir sanat ve kültür dünyasına ev sahipliği yapıyor. Mesela, Temmuz ayında harika bir tiyatro festivali var. Yıllar önce ilk ziyaret ettiğimizde denk gelmiştik. Bu festival dönemi ziyaret için iyi bir tercih olabilir.
Yeniden doğuya, Marsilya’ya yönelmeden ve yavaştan yolculuğumu sonlandırmadan önce son durağım Orange. Bu mütevazi şehir sakinliğiyle yorgunluğuma iyi geliyor. Yine dar sokaklar, kafeler, güler yüzlü insanlar… ve görece az da olsa, biz, turistler yani… Nitekim, Avrupa’daki en iyi korunmuş antik tiyatrolardan birine sahip Orange. Şehir küçük olsa da tarihteki varlığı ilgi çekici. Civarın en eski Roma kentlerinden, ilk kalıntılar M.Ö. 4. yüzyıla kadar gidiyor. Merkezin az ötesinde de, M. Ö. 3. – M.S. 2. yüzyıl arasında yapıldığı tahmin edilen görkemli zafer takı bulunuyor. Kentin bana tatlı sürprizi ise, daha çok arkeologları heyecanlandıracak ufak müzesinde denk geldiğim, Frank Brangwyn gravürleri. Adını ilk William Morris ile ilişkili olarak duyduğum Brangwyn özgün çizgileri ve renkleriyle döneminin iyi bir temsilcisi. Nitekim, liman çizimlerine ve ünlü Sighs köprüsünü resmettiği gravürüne bu ufak müzede denk gelmek tam bir hazine avı hissiyatı yarattı diyebilirim.
Orange’da geçirdiğim gece ile seyahatin ana hattını noktalayarak Marsilya’ya döneceğim. Sabah erkenden kalktım, tren istasyonunun yolunu tuttum tutmasına ya, şehrin üzerine yoğun bir sis çökmüş. Görüş mesafemin bir bloktan fazla olmadığı ıssız sokaklarda ilerliyorum. Önümü çok göremediğimden sağıma soluma bakınıyorum. Yan yana geçtiğim birkaç psikanalist tabelası sisin tekinsizliğini iyice garipleştiriyor. Bu denli ufak bir kentte bu kadar çok psikanalistin olmasına dair sisli puslu Vizi-Goth hikayeleri yazılası. Tren istasyonunu görünce doğru yöne gittiğimi anlıyorum. Perondaki banka çöküyorum; sabah soğuğu, yine ufak istasyon, yine kahve yok. Sabahın körüne uyanabilmek için Avignon’daki aktarmaya kadar zombi halet-i ruhiyesiyle trenin camından akıp giden manzaraya bakıyorum.
Tarih 31 Aralık, öğleden sonra yeniden Marsilya’dayım. Eski yıla, her ne kadar gerisayımına kadar kalmasam da, Vieux Port’ta dolanarak veda ediyorum. Yeni yılı ise Aix-en-Provence’ta kaşılıyorum. Ama ondan daha önce bahsetmiştim zaten… 2 Ocak’ta Notre Dame de la Garde, Marsilya’ya son bakış. Bence bir daha yolum düşer sanki buralara, yine bir 15 yıla… Belli mi olur?
— FIN —