
Antik Çağ’dan bu yana tartışılan intihar düşünsel boyutu neredeyse fiziksel gerçekliğini gölgede bırakan oldukça kritik bir eylem. Özellikle, kişinin yaşamı verileniyle kabul etmeyip bilinçli olarak ölüme uzandığı haliyle ciddi manevi ve felsefi sorgulamaları beraberinde getiriyor. İnsanın varoluşuna dair böylesi hassas bir konu elbette estetik ve düşünsel olanı kurgusal alanda harmanlayarak yeniden üreten edebiyatta da ses bulmaktadır. Hatta, belki de edebiyat, kurgusallığından dolayı, intihar ediminin bir miktar daha özgürce ve cesurca irdelenmesine, anlamlandırılmasına imkan sağlamaktadır.
İntihar edebiyatta aşk, onur, çaresizlik, varoluş sıkıntısı gibi farklı nedenlere dayanır ve günah, suç, bireysel hak, tek çıkar yol, başkaldırı gibi anlamlar yüklenirken metinlerin üretildikleri dönemlerin değer dünyasıyla şekillenmektedir.[1] Antigone inandığı değerlerden vazgeçmeyi reddettiği için kendi canına kıymaya zorlanmıştır. Aegeus oğlu Theseus’un öldüğünü sanır ve acısına dayanamayarak kayalıklardan denize atlar. Werther yaşayamadığı aşkının kalp kırıklığı altında ezilir. Anna Karenina yaşadığı yasak aşkın sonuçlarıyla baş edemez. William Shakespeare’in oyunları Ophelia’dan Othello’ya, Romeo ve Juliet’ten Antony ve Kleopatra’ya, farklı temellere dayanan, intihar temsilleriyle doludur. Emma Bovary ile Hedda Gabbler’ın intiharlarının anlamı, kadın olma durumlarının ötesinde, karakter kurulumlarının karmaşıklığı nedeniyle çok katmanlıdır. Dorian Gray yaşama deneyimini mümkün olan en keyifli tatminlerde ve en karanlık dehlizlerde çeşitlendirdikten sonra Faustyen bir anlamsızlıkta tükenir. Patrick Süskind’in Jean Baptiste Grenouille karakteri istenmediği bir dünyadan ayrılmak için diri diri parçalanıp yenileceği etkileyici bir intihar sahnesi hazırlar.
Görünürde farklı nedenleri olsa da, edebi metinlerdeki intiharların karakterin varoluşu, benlik algısı, hayatının anlamı gibi meseleleri içeren bir özde birleştiği ve tüm bunların olumsuzlanmasıyla radikal bir vurgu kazandığı söylenebilir. Bir bakıma, aşk ve onur gibi örnekleri de dahil olmak üzere, birçok intiharın tezahürü karakterlerin varoluş nedenlerinin yitirilmesi durumunda anlamsızlaşan hayatlarından vazgeçmeleridir. Fakat modern dönemle beraber intihar ediminin altyapısını oluşturan benlik algısının ve varoluş sıkıntılarının bireyin doğrudan kendi içine dönük sorgulamalarına dayanmaya başladığı görülmektedir. Modernitenin bireysellik ve benlik algısı oluşumunu mümkün kılmasıyla, edebiyatta intihar varoluşsal iç çatışmanın ve benliğin varolma mücadelesinin kristalleşip eyleme dökülmesi biçimini alır. Yazar intiharlarının da sıklıkla rastlandığı modern dönemde kişinin kendi eliyle ölümü seçmesi bir yandan edebiyatı varoluşsal felsefeyle aşık atmaya iterken, diğer yandan intihar edimini fiziksel gerçekliğinin ötesine taşımaktadır.
Modernleşme toplumsal yapıların derebeyliğe kadar uzanan, sınırları görece belirgin ve sistemli düzenini tehdit ederek dönüşüme zorlamıştır. Geleneksel olarak dini ve soydan aktarımla kurulan sınıfsal hiyerarşide bireysellik algısı söz konusu değilken, moderniteyle beraber “katı olan her şey buharlaşır.”[2] Karl Marx ve Friedrich Engels kutsal olanın bozulduğu bu imgeyi, modernitenin toplumsal yapılar üzerinde yarattığı dönüşümü anlatmak için kullanarak, hızla ilerleyen burjuva devrimine dikkat çekmektedir. Nitekim, bu hızlı dönüşüm bununla kalamaz ve devamlılığını sağlayabilmek için agresif bir şekilde yayılmayı hedefler.
Aydınlanma Çağı’ndan beslenen modernite insanoğlunun yaratıcılığı ve üretkenliği sayesinde sürekli ileriye gittiği inancı üzerine kuruludur. Teknoloji günlük hayata bir çok yeniliği katmış ve hemen her alanda köklü değişimlere ön ayak olmuştur. Fakat söz konusu ilericilik tanımlaması da dönüşmektedir ve modernite özündeki çelişkiyi, yani hem yapıcı hem yıkıcı olduğu gerçeğini, saklayamaz. Fabrikaların yarattığı hızlı üretim imkanı insanlığın da parçası olduğu doğaya büyük zararlar verirken, teknoloji sayesinde imha gücü artan silahların parçaladığı bedenlere teknolojiyle gelişen tıp yeni organlar inşa etmektedir.
Yıkan modernite iyileştiren moderniteyle kapışırken bireysellik ve benlik algısı da bu çelişkili gerçeklikten nasibini alır. Kolektifin birleştirici gücüyle çoğunluğun baskıcı iktidarı ve bireyselliğin özgürlüğüyle ben-merkezciliğin bencilliği arasında çalkalanan değerler huzursuzluğu ve güvensizliği kaçınılmaz kılar. Böylesi istikrarsız ve belirsiz bir toplumsal varoluşta kişi birey olabilme hakkına, karşısında duran yapılara meydan okumak zorunda kaldığı bir varolma mücadelesiyle, sahip çıkmak zorundadır. Bu mücadelede başarılı olabilmek ise ona denk bir irade ve dayanıklılık gerektirmektedir. Varoluşsal sorgulamalar ve endişeler mücadelenin yaşama deneyiminde sonu gelmeyen, hiçbir yere varmayan bir kısırdöngüye dönüştüğü durumlarda kendini gösterir. Kişinin yaşadığı ızdırap ruhsal yorgunluğa ve çöküntüye neden olurken, başarısız olunması durumunda yitirilen umut intiharın öncülüdür. Döneme damgasını vuran savaşlar bütün bu sorgulamaların sürekli kendini hatırlatan, tehditkar bir ölümlülüğün gölgesinde gerçekleşmesine neden olduğundan hayatın anlamına anlamsızlığı katar. Bu karmaşada ömrün sınırlılığı ve ölümün kaçınılmazlığı hem hayatın anlamsızlığını hem yaşamın son derece kırılgan ve değerli olduğu gerçeğini içeren varoluşsal bir paradoksu beraberinde getirir.
Edebiyatta bireyin ortaya çıkışı da, intiharın varoluş sıkıntısının bir parçası olarak edebiyatın ilgi alanına girmesi de modernitenin karmaşık yapısının ve doğasındaki çelişkinin ürünüdür. Eskiden sınıfsal hiyerarşide varlığından bahsedilemeyen birey modernitenin ön ayak olduğu çalkalanmalarla açılan yarıklardan sıyrılıp kendine bir alan yaratır. “Ben” diyebilecek ekonomik ve sosyal gücü elde eder. Roman ise tür olarak bu “ben”i anlatmanın en uygun yolu olur. 19. yüzyılda çoğunlukla dışsal ve yüzeysel bir gerçekçiliğe dayanan “ben”in ifadesi, 20. yüzyıla gelindiğinde, özellikle modernist akımla, özgün bir psikolojik derinliğe ulaşır.
Bireyin henüz oluşturmaya başladığı benlik algısının tehdit altında olması, bunun sonucunda yaşadığı kapana kısılmışlık duygusu, kapana kısılmışlığın yarattığı ızdırap ve ızdırabına rağmen verdiği bireysel varoluş mücadelesinin neden olduğu yorgunluk modern/ist edebiyatta intihar temsillerinin yapısını belirler. Karakterler bu süreci ve yaşattıklarını kaldıramazlar, zaten kendileri olarak da varolamazlar. Kimi zaman tek çıkar yolları, kimi zamansa başkaldırılarıdır intihar. Önceki dönemlerde çoğunlukla varoluş nedeni ortadan kalktığı zaman hayatına son veren karakterler artık sıklıkla kendileri olarak, benliklerini koruyarak varolamadıkları için intihar etmeyi tercih etmektedirler.
Kendini ararken kendini kaybeden karakterlerin çıkış yolu olarak intiharı seçmesi motifinin erken 20. yüzyıl örneklerinden biri Jack London’ın Martin Eden’ıdır (Martin Eden, 1909). Aktif bir sosyalist olan London, modernleşmenin tetiklediği değişimleri sınıfsal çatışmanın ön plana çıktığı bir anlatıya yerleştirmiş olsa da, hikayenin ana karakteri bu çatışmanın bireysel boyutunun temsilcisidir. Martin bir denizci olarak Kaliforniya’nın işçi sınıfına aittir. Evine davet edildiği üst sınıftan bir kıza aşık olur. Aslında gittiği evde gördüğü zarafet, kültür ve estetikten etkilenmiştir. Tüm bunların temsilcisi olan kızın karşısında şansı olabilmesi için fiziksel işgücünün değil, zihinsel, dahası yaratıcı üretimin bir parçası olması gerektiğine inanır ve yazar olmaya karar verir. Cehaletinin ve kabalığının farkında olduğu için müthiş bir bireysel dönüşüme girişir. Kendini geliştirdikçe eski dünyasından uzaklaşır. Değişen benlik algısının maddi gerçeğiyle çatışmasından dolayı sancılı bir mücadele sürecinden geçer. Başarılı bir yazar olduğundaysa bir zamanlar dahil olmak istediği sınıfın değerlerinin yüzeyselliğini görür. Önceden hayranlıkla gözünde büyüttüğü dünya hayal kırıklığıdır ama artık eski hayatına da dönemez. Yaşadığı arada kalmışlık ve aidiyet eksikliği varoluşunu ve benlik algısını sıkıntıya sokar. Yeni bir benlik algısı kurmaya çalışırken eskisini de yitiren kayıp bir ruhtur. İstediği herşeye ulaşır, hatta ötesine geçer. Ama yaşamaya dair hiçbir heyecanı, hayatının hiçbir anlamı kalmamıştır. Onun için tek çözüm artık uyum sağlayamadığı hayatından vazgeçmektir ve kendisini denizin karanlık sularına bırakır. Bir denizci olarak denize dönmesinin farklı anlamları bir yana, boğulmadan önceki son çırpınışlarıyla baş ederken bile aşırı farkında bir benlik algısı su yüzüne çıkar. Schopenhauer’a nazire yaparak yaşama iradesinin temsilcisi bedenini “kandırıp” aklının talep ettiği sona ulaşır.[3]
Martin kendisi gibilerin küçümsenmesine, göz ardı edilmesine, hiçe sayılmasına karşı “ben de varım” demek ister. Yazar olmayı başarırsa işçi sınıfının, geçmişinin, verilenin ötesine geçebilecek, bugününe ve geleceğine sahip çıkabilecektir. Mücadeleyle yeni bir “ben” yaratılabileceğinin, sınırların aşılıp daha ileriye gidilebileceğinin, yani bireyin kendi çabasıyla, kendi ayakları üzerinde yükselebileceğinin kanıtıdır. Ama Amerikan bireyselciliğinin bu başarılı örneği London için yeterli değildir. Yazar bütün bunları mümkün kılan toplumsal dinamizmin geçişlerinin pürüzsüz olamayacağını, bu geçişlerin hem toplumsal hem bireysel travmalara gebe olduğunu göstermeyi hedefler. Değişimi istemek ne kadar doğalsa, insanın kendini tanımlayan unsurları değiştirirken yaşayacağı sancılı süreç ve travmalar da o kadar doğaldır. Bu bağlamda roman hem sınıfsal bir eleştiri hem de modernitenin çelişkili yapısının bireylerde neden olabileceği marazın gözler önüne serilmesidir. Karakterin intiharı yaşanan çelişkilerin ve çatışmaların sadece toplumsal olarak değil, bireysel olarak da karamasar bir değerlendirmesidir.
Başka bir örnek, Chinua Achebe’nin Parçalanma (Things Fall Apart, 1958) romanının Okonkwo’su ise modernite toplumsal değerleri dönüştürürken eski benlik tanımlarıyla varolmaya çabalayan ama sürecin altında ezilip yok olanın temsilidir. Gençliğinde kendini iyi bir savaşçı olarak kanıtlayan Okonkwo köyünün ileri gelenlerindendir. Geleneklerin yaşam kurallarını keskin çizgilerle belirlediği bir toplumsal düzende bütün önemli kararlarda sözü geçer. Herkesin saygı duyduğu bu kahramanın dünyası sertlik, güçlülük ve kararlılık üzerine kuruludur. Bir gün köyüne beyaz adamlar gelir. İlk başlarda bu adamları pek ciddiye almaz ama zamanla beyaz adamın maddi ve manevi gücü artar. Okonkwo’nun hayatı boyunca inandığı, ona kimliğini ve gücünü veren değerleri tehdit altındadır. Her savaşçının yapacağı gibi halkını, ama aslında varoluşunun özünü, koruma refleksiyle tepkisini verir. Fakat misyonerler çok güçlenmiş, kendi kolluk ve idari sistemlerini yerleştirmiştir. Okonkwo’nun köyündekiler de değişime teslim olmuş ve eski liderlerine sırtlarını dönmüşlerdir. Eskinin kahramanı, artık kahramanlara yer olmayan yeni düzenin kaybedeni olur, tuzağa düşer ve onurunu yitirir. Bu şartlar altında daha fazla yaşayamaz ve kendi hayatına son verir.
Hikayenin ana hatlarını modernitenin ekonomik yakıtı olan sömürgecilik ve toplumsal sonuçları oluştururken baş kahramanın ölümü geleneksel bir onur intiharı olarak tezahür eder. Fakat bu intiharın ideolojik ve gelenekçi yapısının ötesinde bir varoluş mücadelesi olması da söz konusudur. Okonkwo da Martin Eden gibi güçlü bir karakterdir. Mücadele onun savaşçı ruhunun bir parçasıdır. Ama savaştığı düşman anlayamadığı bir sistemdir ve oyun onun bildiği kurallarla oynanmamaktadır. Ne kadar güçlü bir karakter olursa olsun girdiği varoluş mücadelesini kazanma ihtimali yoktur. Kendisi olarak varolma umudunu yitirdiği anda yaşamasının da anlamı kalmaz. Benlik algısı paramparça olmuştur ve artık ait olmadığı dünyadan kendi isteğiyle çekilir. Ölmeye karar vermesi ayak uyduramadığı değişim karşısında son bir kahramanlık ve benlik beyanıdır.
20. yüzyılın ilk yarısında Virginia Woolf roman tekniğinin karakter kurulumuna odaklanması ve bunun karakterin iç dünyasına girilerek yapılması gerekliliğini vurgulamıştır. Konu üzerine yazdığı denemelerinde karakterin dışsal detaylar arasında kaybolduğundan bahsederken bir çeşit psikolojik gerçekçilik ihtiyacına dikkat çekmektedir. Woolf’un da önemli isimlerinden olduğu, modern edebiyatın içinden evrilen Modernizm bilinçakışı, çok katmanlılık, çok seslilik ve parçalanmışlık gibi anlatı teknikleriyle böylesi bir psikolojik derinliği hedefler. Bu teknikler bireyin iç dünyasıyla beraber intihar ediminin düşünsel, duygusal, psikolojik boyutlarını keşfetmek için de imkan tanımaktadır. Ayrıca, modernist edebiyattaki intihar tezahürlerinde, benlik algısı ve varoluş endişesine ek olarak, ruhsal hastalıklar ve tedavileri de yer almaktadır.
19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçilirken modernitenin hızlı ilerleyişi bireyin iç dünyasıyla tıbbi olarak meşgul olan çalışmalarda da etkisini göstermiştir. Bu dönemde psikoloji, psikanaliz, psikiyatri gibi alanlar dinamik bir şekilde değişmiş, kimi zaman iç içe geçerken, kimi zaman ayrışarak yeni kollara evrilmiştir. Sigmund Freud’un psikanalitik ekolü zaten bir süredir yaygındır ve kültürel alanda da oldukça etkilidir. Fakat Emil Kraepelin Freud’un analizlerinin dayandığı psikoseksüel teorinin karşısına biyolojik temelli bir sistem koyarak ruhsal hastalıkları anlamaya dair yeni kapılar açmıştır. Bu tür yenilikçi gelişmelerin katkıları bireyin iç dünyasını anlatmak isteyen edebiyat için de yeni olasılıklar ve yeni bir dil yaratmıştır.
Bu dönemde dikkat çeken sanatçı intiharları ve bilimsel tanı kriterlerinin daha net belirlenmeye başlanması patolojik olanı edebiyatın içinde de görünür hale getirmiştir. Otobiyografik anlatılar dahil, kurgusal metinlerle yazarları arasında doğrudan bağlantı kurmanın sıkıntıları bulunduğundan, edebiyat çalışmaları biyografik detayların ışığında ama anlatıların metinselliğini ön planda tutan bir yaklaşımı gerektirmektedir.Bu bağlamda, yazarların hayatlarına ve ürettiklerine birlikte bakıldığında, metinlerinde intihara yer veren her yazarın intihar etmediği ama intihar eden yazarların hemen hepsinin mutlaka intiharı yazdığı görülmektedir.
Yazar intiharı ve yazıda intihar söz konusu olduğunda ilk akla gelen isimlerden biri Virginia Woolf’tur. Uzun yıllar tedavi görmüş olan Woolf, dinlenmeye çekildiği kır evinin yakınlarındaki nehirde hayatına son vermiştir. Hastalığının metinleri üzerindeki etkisi anlatılarının tonunda hissedilmektedir. Örneğin, Bayan Dalloway (Mrs Dalloway, 1925) romanı savaş, ölüm, hayatın anlamı ve benlik algısı gibi temaları içeren, modernist tekniklerle yazılmış değerli bir metindir. Romanda az görünmesine rağmen merkezi bir karakter olan Septimus Warren Smith ise intihar edimine dair etkileyici bir hikayeye sahiptir.
Septimus edebiyata meraklı, hassas genç bir adamdır. Yaşıtı birçok erkek gibi I. Dünya Savaşı’na katılır. Cephenin zor şartları, sürekli yüz yüze geldiği ölüm tehlikesi ve arkadaşı Evans’ın gözlerinin önünde can vermesiyle ciddi bir travma geçirir. Evine, eski hayatına döner ama kendisi eskisi gibi değildir. Karısının ve doktorunun desteğiyle yaşadığı travmayı aşmaya çalışırken kendini pencereden atarak intihar eder.
Septimus döndükten sonra çevresindeki hayatın dinamizmine ve hızına ayak uyduramamıştır. Bir yandan gördüğü halüsinasyonlar, diğer yandan onu yeniden hayata bağlayabilmek için çırpınan eşiyle arasındaki kopukluk iyileşmesi için gereken kişisel iletişimi zorlaştırmaktadır. Çevresindeki insanlar, özellikle doktoru, onun yerine hayatı hakkında kararlar alırken, yani benliğinin ve varlığının kontrolünü yitirmeye başladığını hissettiği bir anda canına kıyar. Onun intiharı, tüm paradoksuna rağmen, kendi varoluşunu -yokoluşunda- kendi ellerine aldığı hem anlık hem de sonsuz bir özgürlüktür. Başladığı yerde bittiği için anlık, bütün kısıtlamaların ve sorunların ötesine geçişiyle sonsuzdur.
Septimus I. Dünya Savaşı’yla beraber tıbbi olarak değerlendirilmeye başlanan savaş sonrası travma (shell-shock) nedeniyle intihar eden birçok karakterden biridir. Doktoruyla kurduğu sıkıntılı ilişki bilimsel gelişmenin sancılarının yanında, intiharın travmaya bağlı patolojisinin de temsilidir. Modern batı edebiyatında travmatize olmuş asker intiharları oldukça yaygın bir motiftir. J. D. Salinger’ın “Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün” (“A Perfect Day for Bananafish,” 1948) öyküsünde, benzer bir şekilde, bu sefer II. Dünya Savaşı sonrası bir askeri travma örneği görülmektedir. Savaştan dönen Seymour Glass karakteri tatil için geldiği plajda oldukça sıradan bir gün geçirdikten sonra odasına döner. Bavulundan silahını çıkarır, eşinin uyuduğu yatağın karşısına oturur ve kendini vurur. Uzunca denebilecek anlatı boyunca, asansörde yaşadığı ufak bir atışma dışında, hiçbir sıkıntı izlenimi vermez. İntihar anının kısa ve sert netliği travmanın neden olduğu varolamama sorununda kaybolmuş ruhun ızdırabının keskinliğidir.
Ayrıca, Septimus ve Seymour karakterlerinin topluma uyum sağlayamamaları, metinsellik ve karakter kurulumu açısından, savaş sonrası travmanın psikopatolojisinin ötesinde bir anlam taşır. Birey savaşın yarattığı yıkım ve modernitenin parçalanmış gerçekliğinde içsel bütünlüğünü koruyamaz haldedir. Yaşama deneyimi bu parçalanmışlığa çare olamadığında ise tek çıkar yol ondan vazgeçmektir. İster Septimus’ın dağınık sayıklamalarında, ister Seymour’ın sessizliğinde olsun bu vazgeçiş içinde yoğun bir ızdırap barındırmaktadır. Savaşın şiddetini ve ölümün korkunçluğunu deneyimlemiş bu iki karakter, yaşam onları sarıp sarmalasa da, ölümü seçer. Onlar gibiler için, Schopenhauer’ın tabiriyle, hayatın dehşeti ölümünkinden ağırdır.[4]

Modern edebiyatta, savaş travması dışında, farklı depresyon deneyimlerine de sıklıkla rastlanmaktadır. Psikiyatri alanındaki gelişmelere paralel olarak, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, birçok karakterin intiharı bir çeşit depresyon tanısı ve tedavisi üzerinden verilir. Bunlar arasında en iyi bilinenlerinden biri Sylvia Plath’ın, otobiyografik sayılan, Sırça Fanus (The Bell Jar, 1963) romanıdır. Woolf gibi kendi hayatına son veren Plath’ın bu tek romanı depresif yapısı nedeniyle hayatın akışına uyum sağlayamayan Esther Greenwood’un hikayesini anlatır.
Esther yetenekli bir öğrencidir. Geleceğe dair hevesleri ve umutları vardır. Ama bir yandan da, farklı hassassiyetleri olmasının sonucunda yaşadığı sorgulamalar nedeniyle, sürekli bir olamamışlık duygusu taşır. Depresyonu normlar ve beklentiler karşısındaki uyumsuzluğunu, uyumsuzluğu depresyonunu tetiklediğinden mutsuzluğu döngüsel olarak sürekli yenilenir. Hastanede gördüğü ilk şok tedavisi durumunu daha da kötüleştirir ve doktoruna karşı tepkiselleşmesine neden olur. Bu tepkisellik depresyonuyla birleştiğinde onu intihara yöneltir. İntihar denemesi sonrası başka bir hastaneye kaldırılır ve yeni bir doktor tarafından tedaviye alınır. Terapiyle desteklenen ve başarıyla uygulanan şok tedavisinden sonra iyileşir. Romanın sonunda biraz ürkek ama daha güçlü bir şekilde hayata katılır.
Esther’ın deneyimleri modernitenin iki farklı noktasına dayanmaktadır. Bir yandan özellikle elektroşok tedavisi üzerinden gelişmekte olan bilimsel tıbbi yöntemlere, bu yöntemlerin bilinmezlerine ve sonuçlarına dair endişelere yer verilmektedir. Ürkütücü bir imaja sahip olan şok tedavisinin algılanışı modernitenin ön ayak olduğu gelişime ve bu gelişimin bireysel düzeyde yarattığı huzursuzluğa dikkat çekmektedir. Diğer yandan, zaten farklı olan genç bir kadının toplumsal değerlere ve beklentilere uyumsuzluğunun depresyon gibi bir sıkıntıyla nasıl daha da kötüleştiği anlatılmaktadır. Esther modern bir kadın olma yolunda normatif değerlere karşı benliğini oluşturmaya ve korumaya çalışmaktadır. Sağlığına kavuştuğunda “ben” diyebilmesiyle hayatını kendi ellerine alırken oluşturmaya çalıştığı benlik algısı romanın sonunda iç içe geçer.
İntihar hem olgu hem edim olarak Türk edebiyatında da yer edinmiş bir temadır. Fakat modernite ve benlik algısının belirleyici olduğu tezahürleri ancak geç moderniteye denk gelecek bir zaman diliminde görülmektedir. Batı edebiyatında benlik algısı, varoluş sıkıntıları ve intihar ilişkisi I. ve II. Dünya Savaşlarından ve 20. yüzyılın ilk yarısının yüksek modernitesinden beslenirken, aynı dönemlerde Türkçe edebiyatta milli unsurlar ve toplumculuk baskındır. Türk romanında modernitenin ürettiği benlik algısı ve varoluş sorgulamalarına yakın bir tema olarak intihara ilk 1970’lerde rastlanmaktadır. Tutunamayanlar’ın (1971-72) Selim’i, 47’liler’in (1974) Seçil’i, Bir Gün Tek Başına’nın (1974) Kenan’ı gibi karakterler verili olana uyumsuzluklarıyla dikkat çekerler. Farklı nedenlerle de olsa benlik algılarıyla içinde bulundukları gerçeklik çatışmış ve mücadelelerinde başarısız olup kendi hayatlarına son vermişlerdir. Bu örneklerin çoğunda bireyin uyumsuzluğu siyasi karmaşalar ve toplumsal dönüşümün sonuçlarıyla ilişkili olduğundan temsil edilen benlik algısının ideolojik bir yapısı vardır.
Modern edebiyatta bireyin benlik algısını kaybetmesinin sonucu olarak tezahür eden intihar edimi metinlerin varoluşun ne olduğu sorusuna yok oluşun karşıtlığında cevabıdır. Parçalanmış benlik algısının yarattığı sorgulamalar beraberinde taşınması zor bir yük ve yalnızlık getirmektedir. Hayatının anlamını bulamayan ya da bulduğunu sandığı noktada onu kaybeden birey varoluşunu anlamlandıramamasından kaynaklanan ızdırabın altında ezilir ya da mücadele etmekten yorulur. Bu bağlamda, edebiyat varoluşsal endişelerle yüzleşmenin güvenli bir yolu olarak düşünülebilir. Kişinin kendi özüne, benlik algısına dönük sıkıntılar edebiyat aracılığıyla irdelenirken, varoluşun yükünün taşınabilir kılınması ve ruhun yeniden nefes alabilir hale gelmesi umudu sanatın iyileştirici gücüne olan inancın ifadesidir.
* Bu yazı PsikeArt dergisinin Ocak-Şubat 2015 sayısında yayımlanmıştır.
Ayrıca Bkz.“Sessiz Başkaldırıya Ses Veren Metinler: Edebiyatta İntihar”
[1] Edebiyatta intihar meselesini tarihsel ve tematik olarak daha önce Notos dergisinin Aralık 2012-Ocak 2013 sayısı için incelemiştim. “Sessiz Başkaldırıya Ses Veren Metinler: Edebiyatta İntihar,” s. 29-33.
[2] Karl Marx & Friedrich Engels, The Communist Manifesto, Londra: Penguin, 2004, s. 7.
[3] Arthur Schopenhauer ölümün sadece “artık varolmamak” değil, “bedenin yok edilmesi” anlamına gelmesinin kişinin kendi hayatına son vermesinde caydırıcı olduğundan bahseder. Beden yaşama iradesinin fenomenidir. “On Suicide,” On the Suffering of the World, Londra: Penguin, 2004, s. 54.
[4] Schopenhauer, s. 54.
Like this:
Like Loading...
Related