Bu yazıyı 2013 yılında yazmıştım, hayatın yine beni dönüşümlerle sınadığı bir dönemde. Eski blog’da kalmıştı. Bugün yeniden hatırlamak istedim… Kısacık da olsa Ferhan abiyle aynı sahnede bulunmanın heyecanını, üzerine Montana yağmurları düşünce şişen kitapları, uzak memleketlerden yazılan mektupları… Varsayalım İsmail be abi!
Tiyatroyla onun sayesinde tanıştım diyemem, ama o zamana kadar yaşadığım deneyimin tiyatro olmadığını onu seyredince anladım. Tiyatroya onunla aşık oldum. Sahnede onu izlerken yaşadığım heyecan sayesinde bugün böyle müthiş güçlü bir tutkuya sahibim. Onun sayesinde seyirci koltuğuna her oturduğumda bambaşka bir dünyaya dalarım. Ve eğer sahnede o varsa, ellerim buz keser, tıpkı 15 sene önce olduğu gibi.16 yaşımdaki “ben”le yan yana oturduk salonda. Oyunu seyrettik beraber. Ama sahnedeki oyundan öte, geçmiş akıp gidiyordu gözlerimin önünden. Yanımdaki “ben”e baktım. Gözleri pırıl pırıl sahneye kilitlenmişti. Gülümsedim.
Oyun sonrası kitap imzalatmak için sıraya girenleri seyrettim bir süre. Gençti hepsi, heyecanlılardı. 16 yaşımdaki “ben”i gördüm. Hayır, sırada değildi, onun kitaplarının hepsi imzalıydı zaten. Sahnenin bir köşesinde durmuş insanları izliyordu. Ben de seyirci koltuğumda oturmuş, önümdeki masalı seyrediyordum.
Sonra yerimden kalktım, sahneye çıktım. Gıcırdayan basamakları çıkarken küçüldüm. Üzerimde okul üniformam vardı artık, ellerim buz kesmişti. Ayağa kalktı, nasılsın, dedi, selamlaştık. 16 yaşımdaydım yine, üstümde üniformam yoktu. Üniforma giymeyeli çok oldu. Ama yalan yok, kıyafetime özenmiştim. Zaten tiyatroya her zaman düzgün bir kıyafetle gitmeye çalışırım, hele ki çıktığım sahne düşünüldüğünde aksi söz konusu bile olamazdı.
Yıllar sonra heyecanlandığımı hissettim. Çocuk gibi heyecanlanmanın nasıl bir şey olduğunu hatırladım. 16 yaşımdaydım. Pek buralarda değilim artık, dedi, ara beni, konuşalım. Aramakla olmazdı ki, mektup yazarım, dedim. Küçükken de mektup yazardın dedi, artık mektup mu kaldı? Ona gittiğim hemen her yerden yazdım, kart attım. O farkında olmadan benim hikayemin bir parçası olmuştu. Onunla beraber 16 yaşımdaki “ben,” gittiğim her yerde benimleydi. Ülkeler, şehirler değiştirdim. Dünyanın birçok yerinde, dilini anladığım anlamadığım bir dolu oyun seyrettim.
Eskiden mektup yazardın, dedi, ara konuşalım. Ah be abi, kendime bile zor anlattığım şeyleri telefonda nasıl anlatayım sana. Gülümsedim yine. İnşallah dedim, bir gün ararım belki.
Sahneden indim. Ceketimi giyip Beyoğlu’na çıktım. Her zamanki mekanlarımdan birine oturdum. Kendime birşeyler söyledim, 16 yaşımdaki “ben”i aldım karşıma:
“Merak etme. Şimdi herşey çok zor ve ağır geliyor belki. Kolay bir hayat beklemiyor seni ama güzel günlerin de olacak. Gezeceksin, yeni insanlar tanıyacaksın, deli deli işler, bir dolu da hata yapacaksın. Bazı yaraların kapanacak, kapanmayanlarla yaşamayı öğreneceksin. Korkma çok da boktan olmayacak hayatın. Ama bazı yaraların hiç kapanmayacak. Kapansaydı bugün oturup karşılıklı içiyor olmazdık. Büyümek böyle bir şey işte. Üzgünüm, benim elimden bu kadarı geldi.”
Kalemimin Sapını Gülle Donattın, Sağolasın Ferhan Abi…