Bilginin sınırları olmadığından cehaletin de yok elbette. Anastasia ile tanışana kadar Estonya hakkında nerdeyse hiçbir şey bilmiyordum. Sadece eski Sovyet ülkelerinden biri olması bağlamında varsayımlarım vardı. Halbuki iş öyle değilmiş, yani yalnızca öyle değilmiş. Burada Estonya’nın tarihini anlatmaya girişmeyeceğim, sonuçta hepimiz Google başında eşitiz. Ama kendi adıma ilgi çekici bulduğum bazı detaylardan bahsedeyim.
Estonya’daki Rus etkisi inkar edilemez, ama kültürel kökleri Baltık üzerinden, İskandinavya taraflarına doğru uzanıyor. Anadilleri olan Estonca Fince’ye yakın ve Ural dil grubundan. Yani, bizim Altay’ımızın öteki taraftaki kanadından. Bir de “Şarkı Devrimi” meselesi var. Tarih bilincine sahip, sol eğilimli okur yazarların bildiğinden emin olduğum, ama benim bilmediğim bir detay. SSCB’den bağımsızlıklarını geri aldıkları süreç için bu ifadeyi kullanıyorlar. Bunun nedeni, 1988’de, 5 gün boyunca, kitleler halinde bir araya gelinip şarkılar söylenmesi. Hatta bunu yaptıkları yerde şimdi Tallinn Şarkı Festivali yapılıyor. Bir “Kadife Devrim” kadar bilinmese de, şarkı söyleyerek bağımsızlığını geri kazanma fikri hoş.
Maalesef Estonya’nın edebiyatı hakkında da pek bir şey bilmiyorum. Türkçe’ye çevrilmiş metin sanırım yok, İngilizce’de ise 10 civarı roman söz konusu. Bir seyahat geleneği olarak ve cehaletimi azıcık törpülesin diye en azından bir Eston romanı okumak istedim. “Bazen sürprizli kitap seçimleri iyidir,” diyerek, Tallinn’in en büyük kitapçılarından Rahva Raamat’ta bulduklarım arasında, kapağı ve başlığı dikkatimi çeken, Mati Unt’un Brecht at Night romanını aldım.
Brecht ilmub öösel, Geceleyin Brecht, Mati Unt (1944-2005)
Hikaye 1940 yılında Nazi Almanya’sından kaçan Brecht’in gemiyle Finlandiya’ya gelmesiyle başlıyor. Yazar burada edebiyat ve sol siyaset çevrelerinde etkin olan Hella Wuolijoki’nin himayesine giriyor. Bir yandan başvurduğu ABD vizesinin çıkmasını beklerken, diğer yandan şiirleri ve oyunları (özellikle Sezuan’ın İyi İnsanı) üzerinde çalışıyor. Roman boyunca Sovyet güçlerinin Latviya, Litvanya ve Estonya’yı ardarda işgali ile Brecht’in karısı, çocukları ve sevgilileriyle yaşadığı rahat hayat paralel anlatılar olarak veriliyor.
Roman, “belgesel” olması niyetiyle, Brecht’in hayatından ve dönemin siyasi tarihinden gerçekçi detaylara yer verip toplumcu edebiyat ve tarihselciliği ima ediyor olsa da, anlatıcının alaycı tonu ve Brecht’in abartılı bir karikatür olarak çizilmesi okuru net bir postmodern ironiyle karşı karşıya bırakıyor. Metindeki Brecht, sahne yöntemleri ve siyasi teorileriyle saygı duyulan sol entelektüel kimliğiyle değil, çapkınlığı ve narsisizmiyle ön plana çıkıyor. Günlük hayatındaki en alelâde detaylarda dahi gururla “diyalektik” keşifler yapması, Hitler’in peşinde olduğundan emin, kibirli benlik algısı ve Naziler tarafından tehdit edilmiyor olmasının yarattığı hayal kırıklığı hiç de ideal(ist) olmayan bir Brecht portresi çiziyor.
Aslında, bir bakıma Brecht’in karakterizasyonu üzerinden dönemin bazı sol entelektüellerinin ve Stalin rejiminin eleştirisi yapılıyor. Nitekim, Brecht özellikle 1950’li yıllarda koyu Stalinizmi nedeniyle Hannah Arendt gibi diğer sol entelektüeller tarafından da eleştirilmişti. Eş zamanlı paralel anlatılar olarak kurulan Sovyetler’in toprak ilhakları ile Brecht’in biraz da cahilce Stalin taraftarlığı metni hem Brecht’in özelinde hem de ideolojisinin genelinde dikkat çekici bir hiciv haline getiriyor. Brecht at Night postmodern tarza ve tavra post-Sovyet denebilecek bir özgünlük de katıyor.