Hafızanın Hafifmeşrepliği: Umberto Eco, Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi

Somos nuestra memoria,
somos ese quimérico museo de formas inconstantes,
ese montón de espejos rotos.
We are our memory,
we are that chimerical museum of shifting shapes,
that pile of broken mirrors.
 
Yaşadıklarımız yetmez, hatırladıklarımızla varız. Kim olduğumuz, daha doğrusu kendimizi ve hayatımızı nasıl algıladığımız; yaşadığımız, yani durduğumuz noktadan hatırladıklarımız; hatırlamasak da üzerimizde, ruhumuzda, içimizde iz bırakanlar kadar varız. Tüm yaşadıklarımız ve bizi biz yapanları hatırlayamasaydık, hayata dair oluşturduğumuz dağarcığı yitirseydik ne olurdu? Olmadık şey değil. Farklı nedenlerle, farklı tür amnezi vakaları mevcut. Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi böyle bir vakanın hikayesinden gelişen bir anlatı. Tıbbi olanın edebiyat aracılığıyla estetik bir düzleme çekildiği, metinlerarasılığın beynin katmanlarında dolanırken oluşturduğu dünyayı anlatan bir metin. Hafıza kaybıyla beraber bir içsel kayboluşun, romandaki haliyle “sis”ler arasında kalışın hikayesi. Karakterin, çocukluktaki ismi Yambo’ya tutunarak yaşanmışlığı ve aslında o yaşanmışlığın ekseninde platonik bir aşkı hayatının sonlarında yeniden keşfi.
            Eğer hatırladığımız kadarsak ve kim olduğumuz, yaşanmışlıklarımızın hafızamızdaki kaydı ise, nereden gelip nereye gittiğimizin kanıtı olan anılarımızı yitirdiğimizde ne kadar biz kalır geriye? Böylesi bir kaybı deneyimlemenin aslında nasıl ıstıraplı olabileceğinin hikayesi Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi. Yaşadıklarımızın değerini bilmemiz gerektiğini onların tamamen yitirilmesi üzerinden anlatan bir roman. Düşünün, aşık oluyorsunuz ve bırakın geçmişteki aşkların nasıl olduklarını –hafıza eskiyen ve yeniden yapılandırdığımız gayet de öznel bir yapı- o aşık olma duygusunun nasıl bir şey olduğunu hatırlamıyorsunuz.
            Romanın baş kahramanı, 60 yaşlarındaki Yambo böyle bir karakter. Bir kalp krizi geçirip komaya girdiğinde hafızasını yitiriyor, hayatının duygusal yapılanmasını oluşturan şeylerden geriye sadece yer yer kendini hissettiren “gizemli bir alev” kalıyor. Episodik, kişisel deneyimlerini içeren hafızasını kaybeden ama okuduklarının hafızası yerinde olan Yambo, hayatı boyunca, ama özellikle de çocukluğunda ve ilk gençliğinde okuduğu metinlerle, kendini yeniden var etmeye çalışıyor. Sadece kim olduğunun yeniden arayışı değil burada bahsi geçen. Yambo hayata dair bütün deneyimsel gerçekliğini yitirmiş ve bir çocuk kadar yaşama bakir. Diş fırçalamanın nasıl bir his olduğunu hatırlamıyor mesela, kayısı reçelinin tadını ya da onu sevip sevmediğini… Beş duyusuyla deneyimlediği gerçekliklerin hiçbiri sisteminde kayıtlı değil. Karısının adını hatırlamıyor ama doktor durumunu ona açıkladığında “onu şapka sanıp sanmayacağını” merak ediyor.[1] Kendini aradığı ve ararken kimi zaman yeniden yarattığı anılarıyla yapılandırmaya çalıştığı hafızası sayfaları arasında gezindiği dağınık büyük bir kitap halinde geri geliyor. Bilginin deneyimle harmanlanmadığı ve bu nedenle bilgeliğe dönüşmek yerine kuru bir mekaniklikte dizildiği bir hatırlama süreci karakterin iç dünyasının karmaşasının ve ıstırabının temelini oluşturuyor.
Bu durum romanı Umberto Eco gibi bir yazarın elinde edebi, tarihsel, kültürel bir oyun bahçesi haline getiriyor. Yazar metinsel bir araç olarak kullandığı hafıza kavramıyla metinlerarasılığın tadını çıkarıyor. Roman boyunca alıntılar, imgeler, betimelemeler tatlı bir keyifle akarcasına birbirine eklemleniyor. “Ölü topraklardan leylaklar çıkaran, en zalim, Nisan ayında” başlayan hikaye, okuru dünya klasiklerinden 20. yüzyıl İtalyan popüler kültürüne kitaplar, resimler, objeler, kokular ve tatlar arasında bir yolculuğa çıkarıyor.[2] Ayrıca, anlatı Yambo’nun koleksiyoner ve arşivci kişiliği üzerinden, sadece onun kişisel tarihi değil, faşist İtalya’nın da hikayesine dolanıyor. Böylece 1930’lardan itibaren İtalya’nın kültürel, toplumsal ve siyasi tarihini şarkılar, artistler, çizgi romanlar ve propaganda metinleri aracılığıyla seyretmiş oluyorsunuz. Kitapta resimlerle de süslenmiş bu bölümler yer yer uzayıp yazarın kendi yazma zevkiyle (jouissaince) daha çok ilişkili olduğunu düşündürse de etkileyici ve bulmaca çözercesine eğlenceli.
Umberto Eco’nun modern zamanlarda geçen Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi hem içerik hem teknik olarak yazarın diğer romanlarından farklı olmakla beraber, tam bir Eco metni. Aynı anda birçok şeyi bir arada yapan güzel bir postmodern roman örneği. Postmodern metinlerin parçalı bütünlüğü ile yeniden üretilebilen ve öznel olan hafızanın değişkenliği etkin bir içerik-teknik uyumu oluşturuyor. Eleştirmenler tarafından görece zayıf bulunmuş bir metin ama bir edebiyatçı için romandaki metinlerarasılıkların izini sürmenin cazibesi inkar edilemez. Benim içinse The Waste Land ile başlayıp Cyrando de Bergerac’ta biten bir romanın aklımı alabilme potansiyelini saklamaya gerek yok. Hele de karakterin ilk gençlik yıllarında, aşkın farkına vardığı anı imleyen Cyrano’dan hayatında vardığı noktanın ifadesi The Waste Land’e gelişi ve “güneş kararırken” son aklına düşenin “sisler” ardında yine bir Cyrano anı olduğu düşünülünce…
 
“I will finally learn how to perform for evermore the final scene of my Cyrano, I will see what I looked for all my life, from Paola to Sibilla, and I will be reunited. I will be at peace.”[3]


[1] Oliver Sacks, Karısını Şapka Sanan Adam.
[2] T. S. Eliot, The Waste Land.
[3] Umberto Eco, The Mysterious Flame of Queen Loana (Londra: Vintage, 2006). Türkçe çevirisi Şemsa Gezgin tarafından Doğan Kitap’tan çıkmış, Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s