Uzun süre yaşadığım ve çokça da seyahat ettiğim Britanya’da bu yıla kadar Galler’e geçmek kısmet olmamıştı. Hani olur ya bazen; çok yakındadır da, “bir gün gidilir,” denir ama bir türlü gidilmez… Sağolsun, evlerinde beni monarklar gibi ağırlayan Guy ve Şima’nın “arabayla günübirlik gezelim,” demesiyle sonunda Conwy ve Angelsey’den açılış yapma imkanım oldu.
Asıl hedef Angelsey seçilse de Conwy yolumuzun üstünde ve kalesiyle ünlü olduğundan öğlen yemeği için durağımızdı. Deniz kenarında kasaba tadında bir yer. Kalesi epeyce görkemli gerçi. Hem gittiğimiz gün bir de “korsan festivali” vardı. Sahildeki teknelerle kayıklar ve sokaklarda dolanan 3-60 yaş arası korsanlarla panayır havasındaydı Conwy. Bir de tabii Guinness rekorlar kitabına alınan, Britanya’nın en küçük evinin kapısında, kuyruğa giren korsanları seyretmesi ilginçti. Eh, ev küçük olunca kapıda kuyruk oluyor tabii, teker teker ancak girilip çıkılıyor.
Bir sonraki durağımız Angelsey, Britanya’nın orta-batısında anakaraya köprüyle bağlı ufak bir ada. Guy’ın “buranın ucuna gitmek keyifli olur, deniz feneri de varmış,” önerisiyle haritadan bakarak hedeflediğimiz Holy Island, Holyhead ise Angelsey’ye bağlı daha küçük bir adacık. Uca kondurulmuş deniz feneriyle South Stack’ten, masmavinin farklı tonlarında uzanan Irish Sea’ye (İrlanda Denizi?) bakmanın keyfini kelimelerle anlatmak zor. Müthiş bir mavilik… Onun dışında çorak ve kayalık topraklar uzanıyor kıyıya. Ayrıca South Stack önemli bir kuş izleme noktası. Onlarca insan, profesyonel ekipmanlarıyla bu kayalıklardaki nadir kuşları seyrediyorlar. Ben bakmadım (o sırada kayalıklardan aşağı, turkuvaz sulara dalmış olmalıyım) ama Guy görmüş, çok az sayıda kalmış “puffin” kuşundan da iki çift varmış. Elbette, dönüş yolunda ilk bulduğumuz kumsal alanda, paçaları sıvayıp, en azından dizlerimize kadar, Irish Sea’nin de tuzunu tattık. Ne de olsa, bu tabanların kendine özgü bir tuzlu su koleksiyonu mevcut.
İngiltere’de trenler çok gerekmedikçe yerleşim yerlerinin içinden geçmez, kırsaldan gider. Bu manzaranın değeri başkadır. Genelde arabayla pek seyahat etmediğimden de, civardaki küçük kasabaların nasıl yerler olduklarından pek haberdar olmuyorum. Bu arabalı yolculuk esnasında dikkatimi çeken, Galler’deki ufak kasabaların nerdeyse terk edilmişcesine halleri. Terk edildiklerinden değil ama ekonomik dönüşümlerin özellikle bu tür küçük yerleri daha farklı vurduğu söylenebilir.
Çok güzel bir gezi sonrasında akşam yemeğini de farklı bir şehirde yemek istediğimizden, yine yol üstünde bulunan, Chester’da durmaya karar verdik. Şima ve Guy, konu gezmeye gelince benden pek farklı değiller. Rastgele bir yer seçip “buraya daha önce hiç gelmedik,” zihniyetiyle plansız kararlar veriyorlar. Nitekim çok da güzel bir tercih oldu. Chester normalde aklımıza gelmeyecek bir şehir ve beklemediğimiz kadar ilgi çekici. Özellikle, şehir merkezindeki yapılar İngiltere’de daha önce benzerini görmediğim türden ve pek güzeller.
Chester, Gloucester gibi Roma dönemine kadar giden ve hemen her aşamasında oldukça hareketli olan bir tarihe sahip. Gloucester’dan farklı olarak daha büyük. Şehir merkezine genel karakterini veren binalar Viktorya döneminde (19. yy) yapılmış ama Tudor dönemini (15-17. yy) yeniden yorumlayan “siyah-beyaz mimari”nin ürünleri. Daha önceden bilmediğim için, “bu kadar iyi durumda tudor binaları nasıl olur,” diye şaşırdığım ama sonradan genel bir “Tudor revival”ın parçası olduğunu okuduğum bu yapılar, şehir merkezini öyle donatmış ki, masallardan çıkma bir hava yaratıyor.
Akşam saatlerinde durduğumuz Chester’da bizim gördüğümüzden daha fazlası olduğundan eminim ama plansız programsız deneyimlenen güzelliklerin sürprizi bile yetti. Buna bir de ilk girdiğimiz, avlu içindeki bir pub’da rastladığım iki kocaman (Danua klasmanında, kocaman) çoban köpeğiyle yaşadığım aşk da cabası…