İspanya Notları 3 – Granada & Malaga

“Eran las cinco en punto de la tarde”
Aslında hikaye biraz böyle başladı. Bana ayrılmış ama gönderilmeye fırsat bulunamamış bir kart, Marsilya’da karşılanma ve Alicante üzerinden İspanya’ya giriş. Flamenko, tapas ve Endülüs’le tanışma, Generalife’in bahçesinde Granada’nın müthiş şairi Federico Garcia Lorca’nın Kanlı Düğün’ü, gökyüzünde ay, hafif bir esinti.
El Hamra
İlk gittiğimde zamanımın nerdeyse tamamını Albaicin’de geçirdiğimden olsa gerek Granada hafızamda ufak bir yer olarak kalmış. Halbuki, Albaicin-Sacromonte-El Hamra üçgeninin ötesinde büyük denebilecek bir şehir. Benim ilk ziyaretimden beri de büyümüştür mutlaka. Beyaz duvarlı, kiremit çatılı, ortası avlulu, merdivenleri çinili, içinde çeşmeli klasik Endülüs evlerinden ve dar sokaklardan oluşan Albaicin Granada’nın ana karakterini yansıtan bir bölge. Sacromonte ise kentin, başta Roman halklar olmak üzere, birçok farklı etnik grubu bünyesinde barındıran ve bohem niteliklerle hatırlanan semti. Flamenkonun popülerleşmesinde büyük katkısı olan ve kimine göre en iyisine rastlanan Sacromonte’nin ünlü mağaralarında bugün turistlere yönelik flamenko gösterileri yapılıyor.
Yine Cordoba’dan günübirlik geldiğimiz Granada’da asıl hedefimiz El Hamra, yani “Kızıl Kale” olduğundan genel bir merkez turundan sonra, doğrudan El Hamra’ya çıktık. Güzel bir yürüyüş rotası üzerinden ulaştığımız ama otobüsle de çıkılabilen bir tepeye yerleştirilmiş yapının farklı noktalarından Granada şehrini, özellikle Albaicin’i panoramik olarak görebiliyorsunuz. Yapımına 13. yüzyılda Nasıriler tarafından başlanan El Hamra hem kale hem de saray. 16. yüzyılda Hıristiyanlık etkisiyle yeni detaylar eklenmiş. Bölgenin kültürel ve tarihsel zenginliğini temsil eden harika bir yapı. Nasıri sarayları Emevilerle başlayan İslam sanatının ve mimarisinin Avrupa’daki yükselişinin zirvesi olarak kabul ediliyor. Ahşap ve taş işlemeler, özgün renk ve desenleriyle çinili mozaikler, çeşmelerin ve çiçeklerin oluşturduğu “cennet” bahçeleriyle türünün en iyi örneklerinden biri olarak UNESCO tarafından da korumaya alınmış. Mümkün olan hemen her alanı işlemeler ya da çiçeklerle süslenmiş olan saraylarda Endülüs estetiğinin detaycılığını görüyorsunuz.
Tepenin önemli bir kısmını kapsayan kompleks üç ana bölümden oluşuyor: Duvarların ve burçların olduğu Alcazaba, bahçelerin ve çeşmelerin olduğu Generalife ve üç adet Nasıri sarayının (Mexuar, Comares, Lions) bulunduğu ana bölüm. Birçok yazara, şaire ve sanatçıya esin kaynağı olan El Hamra’nın farklı bölümlerini, günün farklı saatlerinden görebilmek için önceden bilet almanız gerekiyor –ki en az 3-4 gün önceden yapmanızı tavsiye ederim. Sınırlı sayıda girişe izin verildiği için biletler tükenebiliyor. Biz Ticketmaster’da tükendiğini görüp son bir şans olarak anlaşmalı bir bankanın ATM’sinden bilet edinebildik. Gezimizin en programlı olması gereken kısmıydı. Görecek o kadar çok şey var ki, bütün kompleks için en az 4 saat ayırmanız gerekeceğini belirteyim. Benim blog’da kullandığım fotoğraflar temsili, çok küçük bir çeşitleme.
Malaga
Dünyaca ünlü plajlarıyla Costa del Sol’un başkenti olarak bilinen Malaga yorucu bir seyahatin son ayağı için iyi bir seçim oldu. Şehrin içinde, yürüme mesafedeki Malagueta plajı ayakları denize salıp önünde uzanan maviliğe dalarak ruhun dinlenebileceği güzellikte.
            Ama önce kenti de keşfetmek gerekir. Malaga Pablo Picasso’nun doğduğu ve çocukluğunun bir kısmını geçirdiği şehir. Doğduğu ev müze haline getirilmiş (La Casa Natal), bir de 2003’te Picasso Müzesi açılmış. Bu müzede ressamın bazı önemli Kübist eserlerine ek olarak, seramik çalışmaları ve anne-çocuk serisinin örnekleri bulunuyor. Anne-çocuk serisi ressamın büyük, kalın eller, parmaklar, bedenler resmettiği ilgi çekici bir seri. Bir yandan anne-çocuk arasındaki ilişkinin öte yandan da Hristiyan tasvirleriyle Meryem Ana-İsa figürlerinin kutsallığını taşıyor. Müzede bir de Picasso TV başlıklı geçici bir sergi vardı. Picasso’nun televizyonla tanışması ve onunla kurduğu ilişkinin sanatına etkileri sunuluyor. İkinci geçici sergi de El Lissitzky’nin Sovyet devrimi dönemi çalışmalarından bazılarını içeren “The Experience of Totality” sergisiydi. Ayrıca, Thyssen Vakfı’nın Malaga’da da bir galerisi mevcut. Buradaki çalışmalar daha çok Endülüs’ü İspanya’nın Romantik Yüzü” olarak temsil etme amacıyla bir araya getirilmiş. Zurbaran, Fortuny gibi belli başlı İspanyol klasikler dikkat çekiyor. Geçici sergisinde ise Regoyos’un Empresyonist çalışmaları bulunuyordu.
Malaga tarihi olarak da diğer İspanyol şehirlerinden geri kalmıyor. Şehrin merkezinde Roma döneminden kalma bir tiyatro, eşsiz bir katedral ve harika bir boğa güreşi arenası var. Gibralfaro Kalesi’ne tırmanıp Malaga körfezine tepeden bakabilirsiniz. Hatta şehrin tamamını da görmeniz mümkün, fakat bunun için çok sağlam bir fiziksel iradeye sahip olmalısınız. Nitekim, tepenizdeki güneşe inat, dikçe bir yokuşu döne döne çıkıyorsunuz. Ama vardığınız son noktanın manzarası müthiş. Gerçi dilerseniz her zaman otobüse binip tepeye ulaşabilir ve yürüyerek inerken aynı maceranın daha kolay bir şeklini deneyimleyebilirsiniz. Kalenin içine girmek paralı ama açık konuşmak gerekirse değmez. Denk getirebilirseniz Pazar günleri ücretsiz. İçeri girdiğinizde manzara olarak tek fark tepenin arkasında kalan şehri de görebilmek ama şehrin tepenin arkasına düşen kısmında fazla bir şey yok diyebilirim. Malaga şehri Seville’nın “fakir” kardeşi olarak pek çekici kentleşmemiş. Gibralfaro önceden Coracha ile Alcazaba’ya bağlanıyormuş ve tamamını yürüyerek keşfetmek mümkünmüş. Ama biz gittiğimizde ortadaki Coracha kısmı kapalıydı ve Alcazaba’nın girişi şehrin merkezindeydi.
Malaga genel olarak uygun fiyatlı bir şehir aslında. En önemlisi de çok taze ve lezzetli her türlü deniz ürününü gayet hoş mekanlarda ucuz denebilecek fiyatlara yiyebiliyorsunuz. İster tapas olarak ister ana yemek olarak alın, eğer denizden çıkan lezzetlere düşkünseniz Malaga’yı çok seversiniz. Öncesinde Endülüs’ün soğuk domates çorbası gazpacho, yanında da sangria, tinto de verano ya da clara alabilir, yemeğin sonunu da tatlı bir sherry ile taçlandırabilirsiniz. Yaşasın keyfine düşkün, pisboğazların bağımsız gurme hareketi.

 ***

Bu uzun soluklu ve yoğun gezide yapmak isteyip de fırsat bulamadığım tek şey kıyıdan Cebelitarık’a bakmaktı. Tekrar ne zaman İspanya’ya giderim bilmiyorum ama belki bir dahaki sefere batıya doğru uzanmak şansım olur. Ayrıca, aklınızdan olsun, böyle bir geziye eşlik edecek birçok kitap var. Mesela çağdaş roman olarak Tarık Ali’nin Shadows of the Pomegranate Tree ile başlayan İslam Beşlemesi ve elbette Lorca’nın şiirleri yanınıza almak isteyebileceğiniz metinlerden.

Not: Yazılardaki sanat eserlerinin fotoğrafları bana ait değil. Birçok müzede fotoğraf çekmek yasak olduğundan internetten aldım.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s