
Şehir denince akla ne gelir? Raymond Williams, kültürel çalışmalar sözlüğü sayılabilecek Keywords başlıklı kitabında terimin “city” olarak İngilizce’de ilk kullanımını 13. yüzyıla kadar götürse de, kavramsal netliğini 16. yüzyıl, bugünkü farklı değerlerle karmaşıklaşan kullanımını ise Sanayi Devrimi ve 19. yüzyıl ile ilişkilendirmektedir. The Country and the City metninde ise şehir kavramının toplumsal algıdaki kültürel zenginlik ve yozlaşma gibi çatışan kabullerine dikkat çekmektedir. Kent ortamının entelektüel, sanatsal, kültürel gerçekliklerle ilişkisi ve bu bağlamdaki önemi elbette tartışılamaz. Meselenin teorik yapısının oluşturulma çabalarının 1960’larda artması ve iktisattan sosyolojiye edebiyattan tarihe, Raymond Williams, Max Weber, Henri Lefevbre gibi, özellikle Marxist düşünürlerin bu teorik tartışmalarda başı çekmesi ise tesadüf değildir.
Özellikle Max Weber’in The City kitabı bu konuda yazılan temel kaynaklardan biri olarak dikkat çekmektedir. Weber’e göre:
“Şehir aslında bir halet-i ruhiye, gelenekler ve görenekler bütünü ve sistemli tavırlar ve duygulardır.” (The city is rather a state of mind, a body of customs and traditions, and of organized attitudes and sentiments.)*
Yazar tarihsel olarak incelemeye başladığı “yerleşik bir düzen olarak şehir” kavramını kabaca Avrupa ve Asya (ve Ortadoğu) denebilecek bir coğrafi karşılaştırma üzerinden tartışırken, tanımını tarihsel gelişim, siyasi konum, askeri güç ve ekonomik yapı parametreleriyle yapıyor. Belki Marxist bakış açısından dolayı Weber’in çalışmasında ekonomik dinamizm dikkat çekiyor ama kent kavramının gelişim sürecinde ticaretin rolü elbette yadsınamaz. Nitekim, kent kavramının oluşmasında rol oynayan nüfus, dinamizm, çeşitlilik irdelendiğinde ticaretin niteliğinin ve niceliğinin tarihsel olarak diğer herşeyi belirlediğini görüyoruz.
Edhem Eldem, Daniel Goffman ve Bruce Masters, beraber hazırladıkları The Ottoman City Between East and West: Aleppo, Izmir, and Istanbul kitabında Weber’in doğu-batı karşıtlığının eleştirisiyle yola çıkarak, bahsi geçen Osmanlı kentlerinin bu ikiliğin ötesinde alternatif bir değerlendirmesini yapıyor.
Kitabın Halep’in tarihsel dönüşümünü değerlendiren ilk bölümünde Masters şehrin M.Ö. 2000’li yıllardan beri bir pazar kenti ve İpek Yolu’nun önemli durak noktalarından biri olduğuna ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu döneminde, denize konumu dolayısıyla, bir liman olarak değerine odaklanıyor. Her ne kadar dini, siyasi, toplumsal nedenler, ayrıcalık ve vergi mücadeleleri, ayaklanma ve baskılar rengini değiştirse de ticari gerçeklik kentin karakterinin özünü oluşturmaya devam ediyor. Nitekim, yazar yaptığı tarihsel Halep değerlendirmesini, 20. yüzyılın ilk yarısından sonra sınırların ve devletlerin değişmesiyle kentin pazarının büyük bir kısmını kaybetmesinden ve ekonomik krize girmesinden bahsederek bitiriyor.
Daniel Goffman’ın İzmir değerlendirmesinde ise yine ticaret ve onunla bağlantılı idari ve siyasi dönüşümlerin oluşturduğu karmaşık bir yapı ortaya çıkıyor. Bu karmaşık yapı bugün kimilerince “gavur” olarak anılan kentin bu sıfatını da açıklıyor. Yazarların incelediği kentler içinde İzmir ticari, toplumsal ve siyasi açıdan en “yabancı,” serbest, açık ve insan çeşitliliği çok olmasıyla kozmopolitanizmin Osmanlı’daki en iyi örneklerinden biri. Aslında, Osmanlı İmparatorluğu döneminde İzmir uzun bir süre pek önemsenmemiş, kendi haline bırakılmış ve onun yerine içeride kalan Manisa tercih edilmiş. Özellikle, batı Anadolu’nun “öteki” kanadı olarak görülen şehir, bir liman olarak Avrupa’yla ticaret için değer kazanınca payitahtın dikkatini çekiyor. Uzun bir kozmopolitan tarihten sonra, 20. yüzyıl başlarındaki ulusçu hareketlerin bütün imparatorlukları kasıp kavurduğu noktada ise, bugün bile etkileri devam eden etnik, dini, ulus kimlik ayrışmasına giriyor. Yine de, şehirden, ticari ve kültürel açıdan birçok Akdeniz kentiyle rekabet edebilecek kadar, Avrupa modeline en yaklaşan Osmanlı şehri olarak bahsediliyor.**
Kitabın son kısmında ise Edhem Eldem Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’u almasıyla başlayan genel bir çatı oluşturduktan sonra, odağına 18. yüzyılı alarak etnisite, ticaret ve siyaset ilişkilerini incelemiş. Halep ve İzmir’den farklı olarak İstanbul’un payitaht olmasının bürokratik, idari, siyasi ve ticari ilişkileri ne kadar etkilediğine dikkat çekiyor. Bu bağlamda en ilginç noktalardan biri İstanbul’un aslında “parazitik” devlet yapılanmasıyla bağlantılı olarak tüketimi üretiminden çok olan bir şehir olması. Daha da önemlisi, alışıldık liman kent-başkent-ticaret yapılanmasına ek ama diğer şehirlerden farklı olarak, Immanuel Wallerstein’ın merkez-çevre teorisiyle açıkladığı emperyalizm-kapitalizm ilişkisinin değişimini de temsil eder nitelikte olması. İmparatorluğun güçlü ve etkin olduğu dönemlerinde dünyanın merkez ekonomilerinden olan İstanbul değişen ticari, ekonomik ve ideolojik sistemlerin bir ifadesi olarak merkezi niteliğini kaybetmiş ve Avrupa ekonomisinin baş aktörlerinden biriyken sadece çevresel bir ekonomiye dönüşmüştür. İmparatorlukların sonu emperyal ekonomilerin de sonu olmuş, kapitalist sistem daha rahat genişleyebileceği, yayılabileceği bir küreselleşmeye eklemlenmiştir.
Bölümler karşılaştırmalı olarak okunduğunda, Halep, İzmir ve İstanbul’un çok-kültürlü yapılarında kimlik politikaları, şehir içi yerleşim-yayılım, farklı grupların birbirine komşu olması -ya da olmaması- gibi detayların çoğu zaman ilişkili olduğu görülüyor. Kentlerin bulundukları coğrafyaların ve özgün tarihlerinin Osmanlı genel kimliği altında farklılıklara ve çeşitliliğe yol açmasıyla da kendilerine özgü kozmopolitanlık ve kent algıları, yapıları oluştuğu dikkat çekiyor. Belki de, liman kentleri ve ticaret, yani aslında maddi ilişkiler, imparatorluk ve “mozaik kültür” mitine en yakınlaşılan durumlar. Ama Eldem’in de dikkat çektiği gibi, sanılanın aksine, bu ideal bir emperyal kültürün mümkün olmasından dolayı değil. Böylesi farklı kimlik hassasiyetlerinin ve çıkar dengelerinin oluşturduğu karmaşık bir toplumsal yapıda bölgesel yerleşim anlayışının (“getto” denebilir sanırım) sürtüşmelerin önüne geçilebilmesi için bir zorunluluk olduğu göz ardı edilemez.
Şehir kavramının tanımlanmasında birçok kaynakta dikkat çeken ortak nokta ticaret ve burjuvazi ilişkisi. Eldem, Goffman ve Masters tarihsel olarak inceledikleri üç şehirdeki limanların ve ticaretin söz konusu şehirlerin büyümesinde ve “şehir” olmalarında ne kadar önemli olduklarını net bir şekilde ortaya koyuyorlar. Ama şehrin kent olduğu nokta ise ticaret, ekonomi ve demografinin ötesinde bir esas barındırıyor. Weber’in entelektüel yatırımla ilişkilendirdiği bu esas şehri kent yapan ruha tekabül ediyor da denebilir.
* Elimdeki kaynak İngilizce ve çeviriler bana ait.
** Sibel Zandi-Sayek’in İzmir’e dair detaylı bir çalışması var: Ottoman Izmir: The Rise of a Cosmopolitan Port,1840-1880, University of Minnesota Press, 2011. Bu kitabın daha önce yazdığım İngilizce bir değerlendirmesi icin, bkz. DOMES.