Ölülerin ruhları Mahşer Yerine ve Cennet Kapısına doğru yükseliyordu. Dünyanın ruhu onları mağlup etmek, şahsiyet denen ince muhafazalarını kırmak, onların erdemini kendisininkine katmak çabasıyla, tıpkı atmosferin yükselen balonları sıkıştırdığı gibi, her yandan sıkıştırıyordu. Ama onlar dünyadaki görkemli bireysel hayatlarını hatırlayıp önlerindeki bireysel hayatın umuduyla karşı koyuyorlardı.
Aralarında hayırsever ve onurlu bir hayattan sonra yakın zamanda şehirdeki evinde vefat etmiş olan bir Bay Andrews’un da ruhu yükselmekteydi. Bay Andrews kendini şefkatli, dürüst ve inançlı biri olarak kabul ederdi ve her ne kadar sorgusuna tam bir huşu içinde yaklaşmış olsa da sonucundan şüphe edemiyordu. Ne de olsa Tanrı haset etmezdi. Sırf gelişi bekleniyor diye selameti esirgemezdi. Erdemli bir ruh kendi erdeminin farkında olabilirdi ve Bay Andrews da kendisininkinin farkındaydı.
“Yol uzun,” dedi bir ses, “ama hoş sohbetle yol kısalır. Sana eşlik edebilir miyim?”
“Seve seve,” dedi Bay Andrews. Elini uzattı ve iki ruh yukarı doğru birlikte süzüldüler.
“Kafirle dövüşürken katletildim,” dedi öteki coşkuyla, “bu nedenle de doğrudan peygamberimizin anlattığı o hazlara ulaşacağım.”
“Hıristiyan değil misin?” diye sordu Bay Andrews vakarla.
“Hayır, ben İnançlıyım. Ama elbette sen de müslümansın, değil mi?”
“Değilim,” dedi Bay Andrews. “Ben İnançlıyım.”
İki ruh konuşmadan yukarı doğru süzüldüler, ama birbirlerinin ellerini de bırakmadılar. “Ben açık görüşlüyüm,” diye ekledi usulca. ‘Açık’ kelimesi boşlukta garip bir şekilde titredi.
“Bana kariyerini anlatsana,” dedi Türk sonunda.

“İyi bir orta sınıf aileye doğdum ve eğitimimi Winchester ve Oxford’da tamamladım. Misyoner olmayı düşündüm ama onun yerine Ticaret Odası’ndan aldığım iş teklifini kabul ettim. Otuz iki yaşımda evlendim, dört tane çocuğum oldu, ama ikisi öldü. Geride eşimi bıraktım. Eğer bir süre daha yaşasaydım şovalyelik nişanı alacaktım.”
“Şimdi ben kariyerimi anlatayım. Babamın kim olduğundan hiçbir zaman emin olmadım, annemin ise bir önemi yok. Selanik’in varoşlarında büyüdüm. Sonra bir çeteye katıldım ve beraber kafirin köylerini yağmaladık. Başarılı oldum ve üç tane karım oldu, hepsi de yaşıyor.”
“Oğullarımdan biri Makedonya’da seyahat ederken öldürüldü. Belki de onu sen öldürmüşsündür.”
“Gayet mümkün.”
İki ruh el ele yukarı doğru süzülüyordu. Bay Andrews yaklaşan trajedinin dehşetiyle bir daha konuşmadı. Bu tanrı tanımaz, kanun tanımaz, zalim, şehvet düşkünü adam cennete kabul edileceğine inanıyordu. Hem de ne cennet – bir haydutun dünyadaki hayatının bayağı zevkleriyle dolu bir yer! Ama Bay Andrews ne tiksinti ne de ahlaki bir infial hissetti. Sadece müthiş bir acıma duygusunun bilincindeydi ve kendi erdemleri karşısına hiç bir şekilde dikilmedi. Elini daha sıkı tuttuğu, onun da kendi elini daha sıkı tuttuğunu düşündüğü bu adamı kurtarmayı arzu ediyordu. Ve Cennet Kapısına vardığında niyetlendiği gibi “Girebilir miyim?” demek yerine, “O giremez mi?” diye seslendi.
Ve aynı anda Türk de aynı şekilde seslendi. Çünkü ikisinin de içinde aynı maneviyat işliyordu.
Girişten bir ses “İkiniz de girebilirsiniz,” diye cevapladı. İçlerine mutluluk doldu ve birlikte ilerlediler.
Sonra ses, “Hangi kıyafetlerle gireceksiniz?” dedi.
“En iyi kıyafetlerimle,” diye bağırdı Türk, “çaldıklarımla.” Ve kendini ihtişamlı bir sarık ve gümüş işlemeli bir yelek ile şalvar ve üzerinde fişekler, tabancalar, bıçaklar asılı olan kocaman bir kemerle donattı.
“Peki sen hangi kıyafetlerle gireceksin?” dedi ses Bay Andrews’a.
Bay Andrews en iyi kıyafetlerini düşündü ama onları yeniden giymek istemiyordu. Sonunda hatırladı ve “cüppe” dedi.
“Ne renk ve ne tarz?” diye sordu ses.
Bay Andrews bu konuda daha önceden pek düşünmemişti. Kararsız bir tonla “beyaz, herhalde, yumuşak ve dökümlü bir kumaştan,” diye cevapladı, ve hemen anlattığı gibi bir kıyafetle donandı. “Doğru giyiyor muyum?” diye sordu.
“Nasıl istiyorsan öyle giyin,” diye cevapladı ses. “Başka ne arzu ediyorsun?”
“Bir arp,” dedi Bay Andrews. “Küçük bir tane.”
Elinde küçük altın bir arp belirdi.
“Ve bir palmiye – hayır, palmiye alamam, o şehitliğin mükâfatı; benim hayatım sakin ve mutlu geçti.”
“Eğer arzu ediyorsan palmiye alabilirsin.”
Ama Bay Andrews palmiyeyi geri çevirdi ve beyaz cüppesi içinde, çoktan cennete girmiş olan Türk’ü aceleyle takip etti. O açık kapıdan geçerken tıpkı onun gibi giyinmiş bir adam umutsuz bir ifadeyle dışarı çıkıyordu.
“O neden mutlu değil?” diye sordu.
Ses cevap vermedi.
“Peki bu içerde, tahtlarda ve dağlarda oturanlar kim? Neden bazıları korkunç, ve üzüntülü, ve çirkin?”
Cevap yok. Bay Andrews içeri girdi ve oturanların dünyada o anda tapılmakta olan Tanrılar olduklarını gördü. Her birinin etrafında onlara methiyeler düzen ruhlar vardı. Ama Tanrılar kulak asmıyorlardı, çünkü onlar yalnızca kendilerini besleyen, yani hayatta olan insanların dualarını dinliyorlardı. Bazen bir inanç zayıflardı, o zaman o inancın Tanrısı da solar ve küçülür, ve hatta o gün yeteri kadar pohpohlanmadığı için baygınlık geçirirdi. Ve bazense, bir yeniden uyanış hareketi ya da büyük bir anma töreni sayesinde, ya da başka bir nedenle bir inanç güçlenir, onunla birlikte Tanrısı da güçlenirdi. Ve hatta, daha da sıklıkla bir inanç değişir, onunla birlikte Tanrısının da nitelikleri değişirdi ve çelişkili bir hal alırdı, coşkunluktan saygınlığa, ya da ılımlılıktan ve evrensel aşktan savaşın vahşetine dönüşürdü. Ve bazen de bir Tanrı her birinin kendi ayinleri ve istikrarsız dua kaynakları olan iki, üç, hatta daha çok Tanrıya bölünürdü.
Bay Andrews Buddha’yı gördü, ve Vişnu’yu, ve Allah’ı, ve Yehova’yı, ve Elohim’i. Aynı şekilde bir kaç vahşi tarafından tapılan küçük çirkin kararlı tanrılar gördü. Neo-Pagan Zeus’un devasa belirsiz hatlarını gördü. Zalim tanrılar vardı, ve kaba tanrılar, ve işkence görmüş tanrılar, ve hatta daha kötüsü, hırçın, hilekâr ya da bayağı tanrılar vardı. İnsanlığın hiçbir meramı atlanmamıştı. Hatta dileyenler için bir araf durumu ve Hıristiyan Bilim kilisesinden olanlar için ölmediklerini ispatlayabilecekleri bir yer dahi vardı.
Arpıyla çok oyalanmadı, onun yerine ölmüş arkadaşlarından herhangi birini, boşuna da olsa, aradı. Ruhlar sürekli giriş yapıyor olmasına rağmen, Cennet ilginç bir şekilde hala boş görünüyordu. Bütün umduklarını elde etmişti fakat çok belirgin bir mutluluk duygusu, gizemli bir güzellik tasavvuru, ya da iyi olanla gizemli bir birleşme hissetmiyordu. Türk’ün girebilmesi için dua ettiği ve onun da aynı duayı ettiğini duyduğu, kapının dışındaki o anla karşılaştırılabilecek hiçbir şey yoktu. Ve sonunda yoldaşını gördüğünde insani bir sevinçle ona seslendi.
Türk düşünceli bir şekilde oturuyordu ve etrafında yedili gruplar halinde Kuran’da kendisine söz verilen huriler vardı.
“Ah sevgili arkadaşım!” diye seslendi. “Buraya gel ve bir daha ayrılmayalım, benim hazlarım, benim oldukları kadar senin de hazların olsunlar. Diğer arkadaşlarım nerede? Sevdiğim veya öldürdüğüm insanlar?”
“Ben de sadece seni buldum,” dedi Bay Andrews. Türk’ün yanına oturdu. Birbirinin tıpkı aynısı olan huriler, kömür siyahı gözleriyle onları baygın baygın süzdüler.
“Bütün beklediklerimi elde etmiş olmama rağmen,” dedi Türk, “öyle büyük bir mutluluk duygusu hissetmiyorum. Senin girebilmen için dua ettiğim ve senin de aynı duayı ettiğini duyduğum, kapının dışındaki o anla karşılaştırılabilecek hiçbir şey yok. Bu huriler düşündüğüm kadar güzel ve iyiler, ama dahi iyi olmalarını dileyebilirim.”
O anda huriler daha da dolgunlaştı, gözleri öncekinden daha da büyük ve siyah oldu. Ve Bay Andrews da, benzer bir şekilde kıyafetinin saflığını ve yumuşaklığını, ve arpının parıltısını arttırdı. Çünkü orada beklentileri karşılanıyordu ama umutları karşılık bulmuyordu.
“Ben gidiyorum,” dedi Bay Andrews sonunda. “Sonsuzluğu arzuluyoruz, ve fakat onu hayal edemiyoruz. Onun ihsan edilmesini nasıl bekleyebiliriz? Ben hayallerim dışında hiçbir zaman sonsuz iyilikte ve güzellikte olan herhangi bir şey tahayyül etmedim ki.”
“Ben de seninle geliyorum,” dedi öteki.
Beraber giriş kapısını buldular. Türk hurilerinden ve en iyi kıyafetlerinden ayrıldı. Bay Andrews cübbesini ve arpını attı.
“Çıkabilir miyiz?” diye sordular.
“Eğer istiyorsanız ikiniz de çıkabilirsiniz,” dedi ses, “ama dışarda ne olduğunu unutmayın.”
Eşikten geçer geçmez, dünyanın ruhunun baskısını hissettiler yine. Bir süre ele ele karşı koydular. Sonra onun üzerlerine çullanmasının ızdırabını çektiler. Ve sonra elde ettikleri bütün deneyimlerle, ortaya çıkardıkları bütün sevgi ve bilgelikle, ona nüfuz ettiler ve onu iyileştirdiler.
***
NOTOS Nisan-Mayıs 2012 sayısında yayımlanmıştır.