William Shakespeare’in gönlümdeki yeri farklıdır. İster mesleki eğilim densin, ister I. Elizabeth’in Altın Çağı’nın Altın Çocuğu varsayılarak hak verilsin… Hatta “acaba o oyunları Shakespeare mi yazdı” türevinden anlamsız tartışmalara girilsin… Bir gerçek var ki, iyi bir Shakespeare metni iyidir. İyi bir Shakespeare yapımı da her zaman izlenir. Shakespeare tiyatro seyircisi/okuru için önemlidir, seven de sevmeyen de bunu kabul edecektir. Bu yazıda Pangar’ın sahnelediği Macbeth’ten bahsedeceğim. Farklı birçok yapımını seyrettiğim bu oyun İngilizce’sini yarım yamalak anladığım ilk Shakespeare okumalarımdan, yani ilk göz ağrılarımdandır.
Oyun Macbeth’in katıldığı savaşın koreografik temsiliyle başlıyor. Arka plandaki projeksiyonla desteklenen bu “dans” fikir olarak çok güzelken yaratılmak istenen duyguya pek de ulaşamadan sonlanıyor. Savaşın kaosu verilmek istenmiş burası net ama söz konusu temsil anlamlı bir kaostan çok, garip bir karmaşa izlenimi yaratıyor. Hemen arkasından gelen cadılar ise özgün bir portre çiziyorlar. Savaşın koreografisinde dikkat çeken –ya da dağıtan mı demeliyim?- o gariplik yer yer cadıların motifinde de hissedilse de performansın etkisi o kadar dağılmıyor. Hatta cadıların oyun genelinde kullanımı oldukça başarılı, özellikle son sahnelerdeki “ölüm kuyusu” fikri oyunun en etkileyici sahnelerinden biri.

Biraz bozuk bir notayla başlayan oyun, Demet Evgar’ın Lady Macbeth olarak sahne almasıyla hakettiği ritim ve duyguya ulaşıyor. Hatta o zamana kadar kullanılmayan Macbeth potansiyeli, karakter Lady Macbeth’le aşık atarken daha bir görünür hale geliyor. Yani, oyunun genelinde Macbeth’in yaşadığı içsel karmaşanın yoğunluğunu çok hissedemiyorsunuz. Başarı ve sadakatten hırsa geçiş, hırsın yarattığı o korku dolu ama aynı zamanda içten içe yakan tutku ve psikolojik yoğunluk tam anlamıyla oluşamadan oyunun sonundaki Macbeth’e ulaşıldığında karaktere dair bir esriklik duygusu hakim oluyor. Zaten oyunun sonundaki Macbeth’in de “kim” haline geldiği belli değil. Halbuki, Lady Macbeth’in karşısındaki Macbeth’in ne halde olduğu, kim olduğu, duygu dünyası gayet net. Burada tabii Demet Evgar’ın başarılı performansının etkisi göz ardı edilemez.
Pangar’ın Macbeth’i büyük bir yapım. Büyük derken pahalı, cesur, havalı da diyebiliriz sanırım. Dekor, sade ama etkili bir düzen ile dinamik ve işlevsel bir düzenek olarak düşünülmüş. Bu açıdan da gayet başarılı. Ve fakat, performansın geneli üzerinden değerlendirildiğinde en çok dikkat çeken şeylerden biri aynı zamanda. Acaba Macbeth gibi bir oyunda sahne tasarımı bu kadar dikkat çekmeli miydi? Dekor rol çalabilir mi? Belki oyunun tamamında, bütünlükçü bir şekilde –ki buna oyunculuk dahil- aynı büyük etki yaratılsaydı bu kadar göze batmayabilirdi, ama benim gördüğüm haliyle, evet dekor rol çalabiliyormuş denebilir.
Takıldığım bir diğer konu da klasiklerin modernleştirilme yöntemlerine dair. Daha önce Manchester Royal Exchange’de Irak Savaşı’na uyarlanmış bir Macbeth seyretmiştim. Modernleştirilirken kullanılan bazı yöntemler pek hoşuma gitmemiş olsa da, genel olarak başarılı bir çalışmaydı. Yarattığı huzursuzluk duygusu ise oyunun hedeflediği etkiye ulaştığı anlamına geliyordu. Benzer bir zaman atlaması Pangar’ın Macbeth’inde de var, ama dayandığı tarihsel gerçeklik çok da net değil. Askerlerin kullandığı gaz maskeleri ipucu veriyor, hatta onun da ötesinde maskelerin sembolik etkisi de başarılı, ama dayanak eksikliği yaratılan dünyanın altını boş bırakıyor. Belirgin bir neden sorusu, yani yapılan tercihleri anlamlandıramama duygusu uyandırıyor.
Gelenekselle yeniyi, sahnede teknolojiyi, oyun zamanında serbest-atlamayı bir araya getiren oyun iyi bir düşünsel potansiyeli olan bir malzemeyken olmamış birşeyler var hissiyatıyla noktalanıyor. Geriye de neden olmadı ya da nasıl daha iyi olabilirdi sorgulamaları kalıyor. Kısacası Pangar’ın Macbeth’i kaçırılmış iyi bir fırsat, harika olabilecekken tam olamamış bir oyun.