
Bir kere sahnelemede sürekli “oturmayan bir şeyler var” duygusu hakimdi. Oyun boyunca bir kopukluk ve tempo problemi dikkat çekiyordu. Sanırım iki ayrı nedenden bahsedilebilir. Birincisi –ki bu özellikle beni rahatsız eden kısım- romanın oyuna uyarlanmasındaki metinsel sorunlar. Roman anlatı türü olarak yoğun bir metindir. Leyla’nın Evi romanını okumadım ama Livaneli üzerine bir miktar çalıştığım için az çok hikayesini biliyorum. Aslında, gerçekten önemli bir hikaye ve fakat böylesi bir metni bir oyuna sığdırmanın çok zor olacağı açık. Detayların bir kısmı dekor ve oyunculukla verilebilir elbette ama atlanan çok şey olacaktır. Bu da bütünlük duygusunu zedeleyebilir. Bence oyunda olan buydu. Yani, episodik olarak gelişen, bu nedenle birbirinden kopuk duygusu yaratan sahneler arka arkaya sıralanırken bahsettiğim oturmamışlık duygusu dikkat çekiyor. Komik sahneler performansı ön plana çıkarmak için kullanılıyor ve yer yer eğlendiriyor olsalar da, bazı yerlerde gereksiz uzayarak komedi etkisinin yitirilmesine neden oluyor. Özgün metinde ne kadar ya da nasıl verilmiştir bilemiyorum ama oyunun sonundaki o “uslanmış Alamancı kız” ve sahnenin bitişindeki melodramayı üçümüz de biraz fazla bulduk.
Papatya ise özellikle sahneleme ve rejideki detaylara takıldı her zamanki gibi, ki ben de ona katılıyorum açıkçası. Herşey çok ortada, çok fazla vurgulu, çok az işlenmişti. Sahneler arası geçişler çok köşeli, karakterlerin ön plana çıkan nitelikleri çok klişeydi. Mesela, köşkün yeni sahibi olan adamın babasıyla olan baba-oğul travmasını verirken kırmızı ışık kullanmak, sahnenin donması çok klasik ve göze batan uygulamalar. Yalnız, bir tek, özellikle o an, öncesi ve sonrası arasındaki “time-lapse” uygulamasını çok beğendik, bunu da belirtmeden geçmemeli.
Celile Toyon’un karakteri verişi başarılı bir performanstı ve izlemesi keyifliydi. Ama gerçekten harika bir oyunculuk sergileyerek oyunu asıl götüren kişi kesinlikle Ayça Varlıer’di. Daha önce tiyatro sahnesinde seyretmediğimiz oyuncu hepimizi çok etkiledi, bunu samimiyetle söyleyebiliriz. Sesine ve yorumuna ayrıca hayran kaldık. Dış dünyadan çoğu zaman kopuk yaşamamdan dolayı ben kendisinin aynı zamanda müzisyen olduğunu bilmiyordum. Bu da benim kendi eşekliğim olarak kabul edilsin. Ama bundan sonra kendisini takip edeceğimden emin olabilirsiniz.
***
Sağolsun Papatya ricamı kırmadı ve o da oyuna dair birşeyler yazdı:
“Birkaç hafta önce Leyla’nın Evi’ne gittik, Özgür, Burcu ve ben. Hakkında okuduğum yorumlar genellikle olumluydu, ancak oyunu İzmir’de izleyeceğimiz gerçeği duruma biraz daha temkinli yaklaşmama neden olmadı dersem yalan söylemiş olurum. Nedenini şöyle açıklayayım, ben Ankara’da doğdum büyüdüm. Ankara’da tiyatroya gitmek, bu şehirde doğup büyümemişlerce şehrin genel havasına yansımış olduğu iddia edilen ciddiyeti yansıtır derecede kurallı ve belli adapları barındıran bir aktivitedir. Seyirci nerede alkışlayacağını bildiği gibi sahnede canlı bir performans izlediği gerçeğini unutmadan, sahne alan oyunculara oldukça saygılıdır. Ne yazık ki, İzmir’e geldiğimden beri beraber oyun izlediğim insanların “enteresan” tavırları yüzünden birçok oyun keyiften ziyade işkenceye dönüşmüştü benim adıma. Nitekim Leyla’nın Evi’nde de seyirci beni –ne yazık ki– yanıltmadı.
Karşıyaka Açıkhava Sahnesi’nde oyunu beklemeye başladık. Teknik bazı sıkıntılar yüzünden (kontrol paneline çok yakın oturduğumuz için sorunun bilgisayarlarla ilgili bir şey olduğunu belirteyim) oyun başlaması gereken saatten bir hayli geç başladı (yarım saat kadar bekledik, bu esnada seyirciler homurdanmaya hatta tepki olarak alkış tutmaya başladılar. Açıkçası teknik ekipten birinin seyircilere minik bir açıklama yapmasıyla çözümlenebilecek bir sorundu bence ama nedense ekip bu yolu tercih etmedi). Her neyse, oyun nihayet başladı ama o da ne, tüm oyuncularda mikrofon var ve her nefes alıp verişlerinde aşırı rahatsız edici bir ses repliklere eşlik ediyor. Oyuncuların mikrofon kullanmaktaki ısrarlarının birkaç yıl önce, gene bu sahnede mikrofonsuz oynadıklarında seyircilerin sahneye “SES GELMİYOR SEEEES!!!” diye bağırmalarından kaynaklandığını düşünüyorum. Benzer bir deneyimi tekrarlamaktansa cızırtılı ama duyulan bir sesi tercih etmişler anlaşılan.
Sonradan daha kabul edilebilir bir tempoya çıktı gerçi ama oyun oldukça düşük bir tempoda başladı, bilmiyorum belki de yaşanan teknik sıkıntılar oyuncuların konsantrasyonunu bozmuştur ama cidden kendi adıma “sahnede oynanan oyunun içinde kaybolmakta” çok çok zorlandım. Buna sebep olan bir diğer etmen de sanırım metnin kendisinden kaynaklanıyor. Tahmin ediyorum ki bir romandan tiyatro metnine uyarlanırken metnin bütünlüğü ve akışkanlığından taviz verilmek zorunda kalınmış. Bütünlüklü bir oyun olmak yerine gayet episodik bir oyundu bence Leyla’nın Evi. Oyunun sonundaki ‘mutlu son’ tablosunu da çok ‘cheesy’ bulduğumu belirtmeden geçemeyeceğim. ‘Artık Roxy değil Rukiye’yim’ diyerek karakterin sonunda kendi ‘öz-kimliğiyle’ barıştığı mesajı verilmeye çalışılıyordu galiba, ama ben çok çiğ buldum açıkçası.
Her ne kadar oyunla ilgili bu tür olumsuzluklar vardıysa da tüm bunları affettirebilecek bir Ayça Varlıer performansından bahsetmezsem olmaz. Yorumlarda oyunun en güçlü ve başarılı performansının Varlıer’in canlandırdığı Rukiye/Roxy olduğunu okumuştum gerçi ama bu kadarını gerçekten beklemiyordum doğrusu. Kendisi sahneye her adımını attığında tartışmasız tüm ilgiyi üzerinde topladı. Kendisini Behzat Ç.’de izlediğimde -canlandırdığı karakterden ötürü- sinir oluyorduysam da, bu oyundaki performansıyla sahnede izlediğim en başarılı isimler arasında kesinlikle yerini aldı. Sadece rolünün hakkını vermekle değil, o billur sesiyle söylediği şarkılarla da.
Genel olarak izlemesi hem keyifli hem de tatsız bir oyundu denilebilir Leyla’nın Evi için. Çok mu kötüydü? Hayır ama olabileceği kadar iyi değildi demek doğru olacaktır sanırım. – Papatya Alkan-Genca”
Hocam oyunu izlemediğim için yorum yapamayacağım ama kitabı okudum ve çok beğendim. Aslında insanlığın her an yaşayıp da fark edemediği hayatı bizlere çok net bir şekilde anlatıyor. Leyla'nın ve Roxy'nin hayatları ve onları bazı yollara sürükleyen geçmişleri gerçekten incelenmeli ve analiz edilmeli. Seda Yusufoglu