Bir süredir önce belediye, sonra devlet tiyatroları üzerinden devlet destekli tiyatrolarda yapılması planlanan değişiklikler tartışılıyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin tiyatro yönetmeliğinde yaptığı değişikliği –yani oyunların bir kurul tarafından belirlenmesi ve bu kurula bürokratların başkanlık etmesi- endişeyle seyrettik, elimizden geldiğince tepkimizi gösterdik. Söz konusu kurulun gerekliliğini demokrasiyle açıklayan yönetimler sanatın özerkliğinin önemini gözardı etmeyi tercih ediyor. Zaten işlerine böylesi geliyor.
Özellikle sosyal medyada bir sürü şey söylendi; gazetelerde, bloglarda bir sürü şey yazıldı. Bütün bu karmaşa içinde ise en çok dikkat çeken şey –yine yeniden- birçok insanın bilgi sahibi olmadan, kulaktan dolma ve demagoji yüklü laflar üzerinden atıp tutması oldu. Kavramlar havada uçuştu; ideolojiler çatıştı; sonucunda da, artık Türkiye’de kanıksadığımız (ama kabullenmediğimiz) şey oldu. Birileri birilerine fırça attı; ağız dalaşları yapıldı ve hiçbir şey değişmedi.
Zaten devamını bekliyorduk, uzun sürmedi ve sıra Devlet Tiyatrolarına geldi. Yine bir sürü laf uçuşuyor havada, yine yüzeysel, düzeysiz ve cahil ifadelerle aynı kutuplar üzerinden atışıyor insanlar. Kişisel görüşüm açık ve net: Yapılanlara karşıyım. Bunun üzerine de çok konuşmayacağım çünkü adı üstünde, kişisel görüşüm. Onun yerine bütün bu laf kalabalığı ve kaos içinde bazı önemli noktaları elimden geldiğince ve yine kişisel deneyimlerimden yola çıkarak irdelemeye çalışacağım.
Başlangıç noktasına dönelim ve İstanbul Büyükşehir Belediye Tiyatroları’nın edebi/repertuvar kurulu meselesinden yola çıkalım. Bürokratların böyle bir kurulda, karar verme aşamasında aktif ve baskın bir rol oynamalarındaki ideolojik riskler belli. Kendi görüşlerinin dışında, eleştirel, belki birilerine göre “fazlaca cesur” olan metinlere imkan tanınmayacağını tahmin etmek için dahi olmaya gerek yok, eğer böyle bir inanç varsa bu naiflikten hemen kurtulmalı insanlar.
Neyin oynanıp neyin oynanmayacağına karar vermek elbette kendi içinde riskleri olan, ciddi bir iş, ama burada kriterler oyunların kalitesi olmalı. İkinci sorun da burada devreye giriyor zaten. Sanatın, tiyatro metninin kalitesi ve değeri belli bir uzmanlık, bilgi birikimi ve deneyim gerektirir. Alanın dışından atanan ve başkanlık konumunda olan bürokratların bu noktada sağlıklı karar verebilmeleri mümkün müdür? Açık kalp ameliyatında avukata güvenir misiniz? Mesela, kendi kulvarında marjinal bir oyun düşünün, yenilikçi, cesur, bambaşka bir sanat dili sunan ama bu nedenlerle geleneksel tiyatro metinlerinin dışında kalan bir oyun… Böyle bir metnin değeri ve kalitesini alanda zenginliği olmayan bir bürokrat nasıl anlayacak? Bu metin bir “ucube” olarak görülmekten nasıl kurtulacak?
Devlet Tiyatroları meselesi de bu bahisten başladı. İlk geçen laflardan biri “özelleştirme”ydi. Demokratik bir sosyal devletten kapitalist liberalizme geçişin etkili silahı. Bazıları bunun “özgürlük” anlamına geleceğini düşünecek kadar naifler maalesef. Düşünsenize, genel bakış açısı şu: “özelleşince zaten devlet sizin işinize karışmayacak, takılın kafanıza göre…” Bunu söyleyenler maalesef tiyatro ve tiyatro işletmeciliğine dair hiçbir şey bilmiyorlar. Özel tiyatroların vergilendirme şekilleri ve sahneleme masrafları söz konusu olduğunda bilet fiyatlarının yükselmesi, özelleştirildiği takdirde büyük bir çoğunluğun tiyatroya gitmesini neredeyse imkansız hale getirecek. Yani, bazılarının sandığı gibi özellerdeki pahalı biletlerin gelirinin büyük bir çoğunluğunun sanatçıların cebine girdiği falan yok. Bu konuda atıp tutanlar bence önce biraz araştırma yapmalılar. Kısacası, özelleştirme tiyatronun sadece belli bir gelir grubuna ait bir sanat olmasına neden olacak. Mesela, benim üç kuruş krediyle okumaya çalışan öğrencilerim –yani çoğunlukla gençler- ve devlet okullarında çalışan öğretmenler böyle bir deneyimden mahrum bırakılacak.
Bir de “zaten tiyatroya kim gidiyor ki?” aymazlığı var ki, onlara cevabı çoğunlukla tam dolu salonlara oynayan tiyatrocular veriyorlar aslında, bir de tabii kapalı gişe oynayan oyunlar var. Ayrıca böyle bir bakış açısı zaten sosyal devlet anlayışına da aykırı. Devlet tiyatroları, devletin sosyal bir kurum olarak, insanlara hizmet eden bir aracıdır. Kâr amaçlı değildir. Gelir gider hesabı üzerinden değerlendirilecek bir şirket değildir, çünkü burada söz konusu olan şey maddi değerden çok verilen toplumsal hizmettir. Yani, “halk”a hizmettir ve “halk”a yapılan hizmetten maddi kâr beklenmez. Şu da unutulmamalıdır ki, yıllardır devletin bu aygıtı sayesinde normal şartlarda çok zor olan bir şey gerçekleşmekte, Anadolu’nun dört bir yanına tiyatro sanatı ulaşmaktadır. Siz hizmeti verin, insanların gidip gitmemesi onlara kalsın –ki “insanlar tiyatroya gitmiyor” tartışması sosyologların incelemesi ve tiyatrocuların dert edinmesi gereken bir konudur, devletin değil.
Dünyanın hiçbir yerinde devlet tiyatrosunun olmadığını iddia etmek de bilgisizlikten başka birşey değildir. Örneğin, Avrupa’da devlet ödenekli özerk tiyatro anlayışı yaygındır. Farklı uygulamaları olan bu anlayışta, tiyatro, olması gerektiği gibi özgür ve özerktir, ama toplumsal kültürün önemli bir parçası olarak kabul edildiği için de ciddi devlet ödeneğine sahiptir. Üşenmezseniz Almanya, İngiltere ve Fransa’daki örneklerine bakabilirsiniz. İBB’nin durumunda olduğu gibi aşırı devletçi yaklaşım ne kadar sorunluysa, özelleştirmenin yaratacağı uygulama değişikliği de o kadar sorunlu. Bunun ideali devlet ödenekli özerk tiyatro anlayışının Türkiye’nin şartlarına uygun bir şekilde düzenlenmesi ve uygulanmasıdır. Bu da kanımca çok zor bir iş değil. Eğer devlet destekli tiyatroların sorunlarını eleştiren ve değiştirmek isteyenler samimilerse böyle bir alternatif yöntemi seçmelidirler. Aksi takdirde sözde demokratik iddiaları art niyetlidir, kimseyi kandırmasınlar.
Bu arada bütün bunlar olup biterken, onlara dokunmayan yılana ses çıkarmayanlar hiç boşuna kendilerine sanatçı demeyi düşünmesinler. O itibarı sadece hakeden alır ve bugün yaşananlar kimin ne olduğunu ortaya dökmektedir.
Ve gerçekten artık yeter… Bir tiyatro tutkunu olarak, iyi bir tiyatro izleyecisi olarak, gençlerle birlikte çalışan bir eğitimci olarak, ben de “halk”ım. Çoğulcu bir yönetim anlayışına dayanan demokraside ben ve benim gibilerin de söz hakkı var. Tiyatrodan, sanattan çekin elinizi. Birilerinin işine gelmese de, hoşunuza gitmeyen şeyler söylese de sanat özgür olmalıdır. Yapmaya çalıştıklarınız sanatın doğasına aykırı ve işe yaramayacak, dönüp dolaşıp sanat yine ait olduğu yere gelecek, çünkü sanat ebedidir, ama iktidarlar değil.