Füruzan’ın 47’liler romanındaki Leylim Nine karakteri beni hep çok etkilemiştir. O upuzun romanda kısa ve öz görünür ama çok güzel duygulara dokunur. (Benzer bir duyguyu Mary Barton‘daki Alice karakterinde de yaşarım.) Leylim Nine karlı Erzurum gecelerinde çocuklara masallar anlatır, onları bambaşka diyarlara götürür. Ama en müthişi -vakti geldiğinde- kimseye belli etmeden anlatıdan çıkıp gidişidir.
Bazen insanın anlatacağı hikayeler biter. Ya da hikayeler sağır kulaklara düşmekten bıkar. Belki de artık anlatası gelmez meddahın. @literatist için bunlardan hangisi geçerli bilinmez ama persona-anlatıcı ömrünün dolduğuna inandı ve ötenazi hakkını kullanmak istedi. Biz de fişini çektik. Ama elbette bu blog yayın hayatına devam edecek çünkü kuklaya değil, oynatıcısına ait. @literatist’in son twitlerinden sanal mezar taşını yazalım.
“Bazen kafanda bir hikaye kurarsın, hayal değil, hikaye. Keşke o hikayeyi yaşasam dersin. Sonra belki kendi kurguna inanmaya başlarsın. İşte, sevgili okur, tam da o noktada durmalısın, çünkü olabilecek en riskli yerlerden birindesin. Usulca geri dön gerçekliğe… Aksi takdirde kurgudan gerçeğe geçmeye zorlandığın anda yediğin darbe sana ne olduğunu şaşırtacak şiddette olacaktır. Benim kişisel tercihim böyle bir ruh şiddeti yerine fiziksel bir şiddete toslamak. Bu yüzden kickbox candır. Deneyimle sabittir, insanın nefesini kesen sertlikte bir yumruk, insanın nefesini boğan bir ruh ve yürekten daha az yakar. Gidiyorum. Behzat Ç. karakterinin bir bölümde dediği gibi ‘Bazen sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir. (…) Bazen yanlış yolda yürümek doğru yolda beklemekten iyidir. Beşikten mezara kadar. ”
Yeni anlatıcılar, yeni hikayeler, yeni persona‘larda görüşmek üzere… İstanbul’dan sevgiler…