Beni az çok tanıyanlar Dot Tiyatro’nun yeni oyunu Supernova’yı neden çekici bulduğumu anlayacaklardır. Gerçi Murat Daltaban’dan henüz kötü bir şey seyretmemiş olmam da kendi içinde oldukça çekici bir neden. Oyuncular tanıdık simalar elbette ama tiyatro sahnesinde ilk kez seyrettiğim isimler: Cemil Büyükdöğerli, Hakan Kurtaş, Berrak Kuş, Ünal Silver, Pınar Töre, Tuğrul Tülek ve Emre Yetim. Oyun genç bir boksörün kısa ve öz hayatını anlatan, İngiliz’in tabiriyle “in your face” bir oyun. Bu açıdan da Dot’un çok şaşırtmadığını söyleyebiliriz. Yine bol argolu, bol küfürlü, görmemek için insanların kafalarını kuma gömmeyi tercih ettikleri şeyleri zorla gözlerine sokan bir oyun.
Sonuç olarak da daha oyun başlar başlamaz seyirci üzerine düşen görevin farkında. Oyun diyor ki, “dışardan ahkam kesmesi kolay, bu durumda siz ne yapardınız?” Burada başlayan ve izleyicinin sorumluluk almasını öngören eleştiri, özellikle boksun bir spor olarak ne kadar zarar verici bir eylem olduğu (ölesiye adam dövmek bir spor mudur?) sorunsalı üzerinden ilerliyor. Yapılan dijital açıklamalarla da standard eleştirilerin önü kesilerek klişe cevaplar engelleniyor. Sonuç yine de yıkıcı olduğu için yarattığı etki de daha kuvvetli oluyor.
Performans çok başarılı. Oyuncuların her biri müthiş bir şekilde karakterleri yaşatıyorlar. Oyunda ara olmadığını düşünürsek süper bir dayanıklılıktan bahsedebiliriz, çünkü harika bir koreografiyle hiç durmadan kondüsyon tutuyorlar. Dans, boks… zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile. Hatta ben bir ara oyunu unutup bayağı bayağı sahnedeki boks performanslarına kaptırmışım kendimi. Teknikler on numara! J Son sahnede, maçın etkilerinin “round”ları gösteren kadın karakterin hırpalanmışlığı üzerinden ifade edilmesi de ayrıca güzel bir detay olmuş.
Aslında metin çok basit, anlatılan hikayenin sözel ve düşünsel gerçekliğinin –beklendiği şekilde- basit olması üzerine kurulu. Hatta bu durum özellikle Neil karakterinin bu ortamda iğreti duran aşırı bilgisi ve açıklamalarla dolu replikleriyle de destekleniyor. Nitekim, Neil bir çeşit çürük elma, fazla okuyan, bilen, düşünen, bu nedenle de boks ringinde olması da anlaşılamayan bir karakter. Aslında o da kendi şeytanlarıyla dövüşüyor. Klasik eril söylemin uzağına düşen, modern dünyada sık rastlanan, “alpha-male” olmayan bir erkek tipi. Zaten bu nedenle de koç tarafından çok ciddiye alınmayan, çabuk elenen bir boksör. Boks bu kadar çok düşünmeye müsait bir spor değil; hızlı, dayanıklı ve sert olmak gerekiyor.
Ajay, Ainsley ve Cameron ise bu rekabet de öne çıkan isimler oluyor. Ajay oyunda boksun yıldızı… İçlerinde bulundukları eril dünya ile birebir örtüşen, onu anlayan, onunla oynayan, dalga geçen, kısacası o dünyanın yarattığı bir gerçeklik… O gerçek bir yıldız ama heyecanı ve kendine olan aşırı güveni kontrol altına alınmadığı, yani eğitilmediği ve olgunlaşmadığı takdirde kendisi için de zararlı olabilecek bir karakter. Bu noktada koç karakterinin ne kadar “olgun,” “bilge” ve etkili bir “lider” figürü olduğu da sorgulanıyor, çünkü koç Ajay Chopra ile başedemeyince onu salonundan kovuyor.
Hikaye bu noktada yeni bir yola giriyor. Ajay beklendiği gibi yıldız bir boksör oluyor, kendi doğru bildiğini paranın verdiği güçle birleştirerek hızla yükseliyor. Karşısına da rakip olarak eski salonundan arkadaşları çıkıyor. İşte bu oyunun kırılma noktasını oluşturuyor. Genç boksörlerin her biri kendilerini kanıtlamak için eski arkadaşları (!?) olan Ajay’in karşısına çıkmak için yarışıyorlar. Birbirlerini bile hiçe sayarak rekabet ediyor, birbilerinin üzerinde yükseliyorlar. Cameron daha yeni olduğu için Ainsley’yi yenemiyor ve bu kutsal sınava çıkmaya Ainsley hak kazanıyor. Fakat bütün hayatı boks ringinden ibaret olan bu gençlerin ellerinden sahip oldukları tek şey alındığında ne olduğunu Ainsley bir trafik kazası sonucu dövüşemez hale geldiğinde görüyoruz. Alkol ve yokoluş…
Bu sahneyle oyun hızlanıyor ve sona doğru müthiş bir ritimle yarış başlıyor. Cameron hazır olmadan Ajay’in karşısına çıkıyor. İyi mücadele etmesine rağmen onunla baş edemiyor ve sonunda Knock-Out, Supernova, Beautiful Burnout! Yıldızlara mı bakmak, derin bir karanlığa mı gömülmek? Cameron’un hangisini yaşadığını ne annesi ne de biz biliyoruz. Bildiğimiz bir şey var ki, o sahne kesinlikle muhteşem… Hakan Kurtaş’ın performansıyla birlikte, çakılıp kalıyorsunuz. Salondan ses çıkmıyor, kimse nefes almaya cesaret edemiyor… Ve karanlık… Tam bir coup de grâce.
Oyundaki kadın karakterler ayrı bir mevzuu… Boksörler arasında genç bir kız var. Onun boks yapmaktaki amacı yaşanmış bir travmayla baş etmek. Adeta kadınlığından kaçıyor karakter, ringde oğlanlarla, onların eril dili üzerinden varolmaya çalışıyor. Yaşadığı tacizle baş edebilmek için kendisine yapılanı agresif bir araç olarak kullanmaya çabalıyor. Ve en çok da o karşısındakilerin (erkeklerin) bedenine aynı şekilde adice, vahşice ve acımasızca sahip olmaktan bahsediyor. Ama nafile elbette… Tacize uğradığı zaman objesi olduğu eril dünyanın içine sert, feminen olmayan bir boksör olarak gireceğini ve o dünyayla hesabını göreceğini sansa da, aynı eril dünya onu ötekileştirerek ait olmadığı alandan iteliyor. Gayet iyi bir boksör olmasına rağmen, onun derdi boks olmadığı için kadın rakipleriyle karşılaşmayı reddeden karakter, zaten asla yenemeyeceği eril bir dünyayla verdiği mücadeleden net bir şekilde mağlup ayrılıyor.
Cameron’un annesi ise oyunun vicdanı ve duygusal boyutuna önemli bir ince ayar çekiyor. Bir de tabii başkarakterin hayatındaki baba figürünün eksikliğinin de altını çiziyor. Bir seçim yapmak zorunda olan bir kadın, bir anne var karşımızda… Gençliğinin enerjisini nereye harcayacağını bilmeyen, serseri olma eğilimi yüksek bir oğlanın annesi; tek çıkar yolu spor yapmanın yaratacağı disiplinin delikanlıyı zaptedeceğine inanmak. Sokakta serseri olsa daha mı iyi? Hatta, başka çaresi kalmadığı noktada, aynı eril dili ve rekabeti kucaklayarak oğluna biraz daha yakınlaşabilmek için çabalayan bir anne. Oyunun sonundaki müthiş etkiyi Hakan Kurtaş kadar Berrak Kuş’un oyunculuğu da ait olduğu zirveye taşıyor. Aslında Cameron ve annesi üzerinden daha net ifade bulan, fakat bütün karakterlerin temsil ettiği sınıfsal bir gerçeklik de var. Farklı tezahürleri olsa da genel olarak alt toplumsal ve ekonomik sınıftan gelenlerin hikayelerine odaklanıyor oyun. Bunu başarıyı ün ve zenginlikle tanımlayan bir anlayışın baskınlığından çıkarmak mümkün.
Oyunun yazarının Bryony Lavery, yani çağdaş bir İngiliz oyun yazarı olması anlattığı hikayeye daha da anlam katıyor. “Supernova Burnout” tabiri İngilizce’de özellikle tepeye ulaşan birinin yaşadığı yüksek düşüş anlamında kullanılır. Çoğu zaman da büyük şirketlerin büyük oynayan çalışanlarında sık rastlanan ve sonu panik atağa kadar giden bir depresyon çeşidi olarak kabul edilir. Yani, kendini (sağlığını ve psikolojisini) harcayarak hırsla yükselen insanların ne kadar yıprandıklarını ve depresyon ve stresin tavan yaptığı durumlarda aynı çıktıkları hızla nasıl düştüklerini ifade eder. Bu açıdan bakıldığında da modern, kapitalist dünyanın maddi hırslarının sık rastlanır belirti ve sonuçları arasında kabul edilir.
PEKİ, ya o boks ringi bir metaforsa? “Watch out for Supernova Burnout!”
P.S. Cam’da da aynı şey olmuştu. Tamam, postmodern dünya ve gerekleri, iyi güzel ama kardeşim bu alışveriş merkezi içinde tiyaro meselesi beni çok geriyor. Zaten AVM’lere girince saçmalıyorum, bir de öyle bir tasarımda tiyatro sahnesi/salonu aramak benim gibi biri için tam bir eziyet! Papatya’nın büyük bir macerayla Sabiha Gökçen’den koşturarak gelmesi, bizim G-Mall’ı ararken kaybolmamız ve halihazırda zaten tek perde olan oyuna ucu ucuna yetişmemiz söz konusu olunca söylemek istediklerim +18’e girmekte…