TESTOSTERON: Erkekliğin İnce Ayar Komik Halleri

Ekranda bir masa etrafında toplanmış bir grup takım elbiseli adam Madonna’nın “Like a Virgin” şarkısı hakkında konuşmaktadır. Birbirlerine genel olarak sakin ama argosu bol bir dille hitap eden bu iyi görünümlü adamlar kısa bir süre sonra büyük bir soygun gerçekleştireceklerdir. Evet, bu Rezervuar Köpekleri’nin girişi ama asıl hikaye o değil. Söz konusu kısa girişten hemen sonra aydınlanan sahnede boş bir kaç masa ve hazırlık aşamasında bir kutlama ortamı… Daha sonra karakterler siyah takım elbiseleriyle ikinci selamı çakacaklar Rezervuar Köpekleri’ne.
            Testosteron aslında yeni bir oyun değil. Oyun Atölyesi oyuncuları bu oyunla, hem kendi sahnelerinde hem de turnelerde, epeydir boy gösteriyorlar. Bana da oyunu deplasmanda seyretmek kısmet oldu. Oyuncular oldukça tanıdık, önceden farklı yerlerde sıkça rastladığımız yüzler. Emre Karayel’i uzun zamandan beri 1 Kadın 1 Erkek’te çok beğenerek takip ediyorum. Bir de yine Oyun Atölyesi’nden Jean D’Arc’ın Öteki Ölümü’nde seyretmiştim. Timur Acar’ı da Çağan Irmak’ın Ulak filminde seyrettim, ama asıl Avrupa Yakası’ndan bildiğimi söyleyebilirim. Onur Ünsal’ı ise ilk Devrim Arabaları’nda izleyip çok beğenmiştim. Filmin hikayesi nedeniyle, bende bir ‘küçük dev adam’ duygusu uyandırmıştı. Meğerse onu sahnede ilk seyredişim bir tesadüfler zincirinin sonucu olacakmış.

Testosteron’u ilk sahnelenmeye başladığından beri izlemeyi istemiş ama yurt dışında yaşadığım için bir türlü zamanını ayarlayamamıştım. Bir iki yıl sonra İzmir’e yerleştiğimde, Onur Ünsal’ın Bostanlı’dan, çok sevdiğim Ali abinin yeğeni (ve Foça’da, müthiş keyifli bir ortamda tanıştığım Lale ablanın oğlu) olduğunu öğrendim. Tesadüfler burada bitmeyecekti. Arada bir denk gelip Bir Çocuk Sevdim dizisinde gördüğüm ve oyunculuğunu beğendiğim, ama açıkçası çok tanımadığım Ulaş Torun’un da yine aynı Bostanlı ortamından yakın dostum Hasan’ın yeğeni olduğu ortaya çıktı. Artık Testosteron’a gitmek bizim tayfa için farz olmuştu. İzmir’de denk geldiğimiz ilk turnesine de -tabiri caizse- cümbür cemaat giderek çok neşeli bir akşam geçirdiğimizi söylemeliyim. Elbette yeri gelmişken bu geceyi mümkün kılan sevgili Ali Altınöz ve Hasan Tamusta’ya da teşekkür ederim.
Oyun
Bilim adamı-akademisyen Kornel’in ünlü bir popçuyla olan düğünü beklenmedik bir skandal ile iptal olur. Oyun bu skandalın detaylarının yavaş yavaş ortaya çıktığı ve bu süreçte yedi erkek karakterin birbirleriyle olan ilişkileri üzerinden kurulan bir komedi. Bir baba figürü var, Stavros; Kornel ile Yanis onun iki ayrı kadından oğulları; Kornel’in meslektaşı ve yakın arkadaşı Robal; popçu gelin adayının davulcusu Fiştah; gelin adayının aşık olduğunu iddia edip hedef gösterdiği, gazeteci Tretin ve iptal edilen düğünün kutlamasının yapılacağı barın garsonu Titus… Oyunda komedi etkisi sadece baskın bir erillik, argo kullanımı ve şiddet ile değil, aynı zamanda alttan alta hissedilen bir alaycılıkla yaratılıyor. Polonyalı Andrzej Saramonowicz’in yazdığı ve sinema filmi de çekilen Testosteronsanıldığı gibi kaba bir erkeklik anlayışına güzelleme değil. Bu tarz okumalar oyundaki ince ayarı göremeyenlerin düştükleri bir yanılgı kanımca.
Hikaye 19. yüzyıldan, yani bilimin Darwin’in etkisiyle şekillendiği dönemlerden bu yana varolagelen Doğalcılık ve kalıtım tartışmalarının temeli üzerinde yükseliyor. Şöyle ki, oyunun isminden de belli olduğu gibi, hem kadınlarda hem de erkeklerde farklı ölçeklerde bulunan testosteron hormonunun belli davranışları şekillendirdiği bilimsel bir gerçek. Bunun, yine dönemin bir ürünü olarak, erkek odaklı bir bilimsellik anlayışıyla toplumsal alanı yapılandırması ise ayrı bir sorunsal. Nesnelliği neredeyse hiç tartışılmayan bir alan olan bilim, tabii ki aslında hiç de nesnel değil. Kaldı ki, en bilimsel yaklaşımlarda bile fiziksel gerçeklerden öte üst yapılardan bahsedilir. Psikolojik, materyalist, ekonomik ya da ideolojik, hangi açıdan bakılırsa bakılsın pek sorgulanmayan pozitif, “doğa”ya ait gerçekliklerin her zaman “kültürel,” toplumsal olanla girift bir ilişki içinde olduğu kabul edilir. Yani her id’i kontrol etmeye çalışan bir süperego ve onlar arasında denge kurmaya çalışan bir ego (ya da bunların türevleri) vardır.
            Testosteron’un ince ayarı kendini bu noktada belli ediyor. İdealize edilmiş bir toplumsal ahlak üzerinden yapılan değerlendirmeler, oyunun hikayesini ve sahne uygulamasını basite indirgeme eğilimi gösterecektir. Ayrıca bilimsellik kılıfıyla baskın erkek egemen söylemi yüceltiyor ya da normalleştiriyor şeklinde de eleştirilebilir. Oyundaki yedi karakterin kadınlar ve seks üzerine söyledikleri ile erkeklik algısının şiddet ile ifade bulduğu sahneler erkek odaklı bir dünyanın anlatısı olduğu izlenimini verebilir. Ama aslında karakterlerin içlerine düştükleri travmatik durumda, söz konusu erkek odaklı dünyanın traji-komik bir yapıbozum yöntemiyle içeriden yıkıldığı dikkat çekmektedir. Bunun zirveye ulaştığı sahne oyunun sonuna doğru garsonun da Stravros’un oğlu olduğunun ortaya çıktığı an. Özellikle erkek erkeğe sohbet ederken cinselliğin nitel ve nicel çeşitliliğini yücelten karakterler söz konusu kendi eşleri, anneleri, hatta teyzeleri olunca aniden değişiyorlar. Hayatlarında birçok şeyi o çok eleştirdikleri kadınlar için yapıyor olmaları ve onlar olmayınca hiçbir şeyin anlamının kalmayacak noktaya gelmesi ise ironiyi iyice arttırıyor. Testosteron’u zekice yazılmış komik bir eleştirel metin yapan aslında eril iktidarı temsil edenlerin kendi aralarındaki acımasız rekabetin tutsağı olmaları ve en güçlü olduklarını sandıkları anda bile aslında ne kadar güçsüz olduklarının ortaya çıkması.
Uygulama
Oyun hakkında elbette daha çok şey söylenir ama bir blog köşesinde lafı fazla uzatmamak lazım. Bu nedenle biraz da Oyun Atölyesi ekibinin performansından bahsedelim.
            Oyun iki perde ve uzunca. Fakat olay örgüsü ve hikayesi gereği o kadar hızlı ilerliyor ki zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmıyor insan. Oyuncuların her birinin sahnedeki performansı çok başarılı ve oyunda hiç ritim düşürmeden sona ulaşıyorlar. Bunda oyun metninin iyiliğinin yanında oyuncuların birbiriyle olan uyumu da oldukça etkili. Belli ki birbirlerini ve birbirlerinin oyunculuklarını iyi tanıyorlar. Buna oyunun uzun zamandır sahnede olmasının verdiği alışmışlık ve rahatlık da eklenince performans pürüzsüz bir şekilde akıp gidiyor.
            İlk perdede sahne daha çok Onur Ünsal’ın. Oyuna girdiği andan itibaren alıp götürüyor. Komik, hareketli ve karakterle bütünleşmiş bir performans seyrediyorsunuz. İkinci sahnede ise Ulaş Torun alıyor sazı eline. Benzer bir hız ve ritimle sahneleri tıkır tıkır finale ulaştırıyor. Bu elbette diğer oyuncuların iyi olmadığı ya da arka planda kaldıkları anlamına gelmiyor. Sadece oyundaki karakterlerin konumu gereği lokomotif olarak başı bu iki oyuncu çekiyor. Bunu da gayet iyi becerdikleri için sahnede izlemesi keyifli bir hareketlilik sağlıyorlar. Diğer oyuncular da oyunun genel uyumu içinde oyunculuklarıyla birbirlerini tamamlıyorlar. Özellikle Metin Coşkun ve canlandırdığı karakter diğer karakterler için sağlam bir referans noktası oluşturuyor. Bütün bunlara ek olarak, az detayla çok iş başaran sahne tasarımı gayet güzel. Renkler ve ışık kullanımı oyunda gerekli atmosferin kurulmasında önemli bir rol oynuyor.
            Uzun sözün kısası, sonunda seyredebildiğim Testosteron hem oyun olarak hem de bir araya getirdiği dost meclisi açısından benim için neşeyle hatırlanacak bir deneyim oldu. Yazıda ismi geçmeyen Tuna Kırlı ve Mert Fırat da dahil olmak üzere Testosteron ekibinin sadece televziyondan değil, tiyatroda da takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s