Mitler, en basit şekilde açıklamak gerekirse, sözlü kültürde insanların dünyayı anlamlandırırken yarattıkları, çoğunlukla fantastik öğeler içeren hikayelerdir. Bu kavram, daha sonra günümüz eleştirel düşünce akımlarında bütün “üstanlatı”ların başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Özellikle Jean François Lyotard, postmodernizm tartışmalarında, üstanlatıların sadece insanı çevreleyen dünyayı açıklamadığını, bununda ötesinde kurulu olan otorite yapılarını meşrulaştırmak için kullanıldığını ve bu nedenle güvenilmemeleri gerektiğini ileri sürmüştür.
Guillermo del Toro’nun, festivallerde birçok ödül toplayan ve yine birçok ödüle aday gösterilen, Pan’ın Labirenti filmi, bu bağlamda mitlerle üstanlatıların bağlantılarını ve etkilerini açıklamak için çok güzel bir örnek. Filmde iki farklı dünyanın beraber verildiği iki paralel hikaye bulunuyor. Birincisi faşizm dönemi İspanya’sında devam etmekte olan sağ-sol çatışmasının geçtiği “gerçek” dünyayı, ikincisi ise Ofelia adlı küçük bir kızın bu uyum sağlayamadığı “gerçek,” dış dünyada kendini bulduğu fantastik, iç dünyayı anlatıyor.
Bu iki paralel hikaye birbirine karşıt olarak kurulmuş: Bir yanda “gerçek” dünya, diğer yanda “masal” dünyası. Gerçek dünya militer, erkek egemen ve faşist devleti temsil eden askerler ile militan ve yine erkek ağırlıkta gerillaların çatışmasını verirken, faşizmin üstanlatısını ön plana çıkarıyor. Bu ortamda kadınlar genellikle itaatkar. Gerillalara yardım eden Mercedes dışında başka etkin kadın karakteri yok. Zaten Mercedes de cesareti, çekinmezliği ve güçlülüğüyle ancak “erkeksi” olarak bu derece acımasız bir gerçeklikte ayakta kalmayı başarıyor. Filmin bu “gerçek” dünyayı anlattığı kısımlarında karanlık bir görsellik kullanılmış. Özellike gri üniformalar, koyu renk kıyafetler, kapalı gökyüzü ve sürekli yağan yağmur filmin birincil hikayesine hem fiziksel hem de içsel bir soğukluk katıyor.
İkinci anlatının fantastik dünyasında ise bu karanlığın yerini yavaş yavaş aydınlığa ve renge bıraktığını görüyoruz. Bu anlatının baş kahramanı Ofelia, merakının ona açtığı labirentin kapısından, unutulmuş ve yok olmaya yüz tutmuş masalsı bir dünyaya girerek fantastik yolculuğuna çıkıyor. Gerçek dünyanın yok saydığı ve bu yüzden karanlığa gömülen masal dünyası, Ofelia’nın getirdiği saflık, güzellik ve gençlik kanıyla tekrar hayata kavuşuyor. Filmin sonuna gelindiğinde ise, kelimenin tam anlamıyla Ofelia’nın kanı hem hikayeyi hem de izleyiciyi, kostümler ve mekanda parlak renklerin, ışıltılı ve yüceltilmiş bir ortamın hakim olduğu bambaşka bir “gerçek”liğe taşıyor.
Filmin iki paralel anlatısının iki baş karakteri birbirine hemen her açıdan karşıt. Kaptan Vidal, erkek, yetişkin, gerçekçi ve otoriter; Ofelia ise büyüklerin dünyasında itaat etmeye zorunlu, hayal gücü yüksek, içe dönük, saf, küçük bir kız. Bunun sonuçlarını zaten film boyunca aralarında geçen çatışmalardan görebiliyoruz. İki karakterin görünürdeki tek ortak noktası ise, ikisinin de öyle ya da böyle kendi çaplarında bir “dünya kurtarma” misyonlarının olması ve bu bağlamda kendilerine, ne kadar farklı görünseler de, birer “mitik” anlatı kurmaları.
Ofelia ve Klasik Mit
Ofelia, klasik kahramanın geçtiği testlerden geçerek kendini kanıtladıktan sonra vaat edilen ideal dünyaya ulaşacaktır.İlk testi ise bir ağacın köklerine yerleşmiş ve onun yeşermesini engelleyen bir kurbağayı öldürmek ve karnından bir anahtar almaktır. Bu anahtar ikinci test için gereklidir, yani birinci aşama tamamlanmadan mitik yolculuğa devam edilemez. Bu açıdan mitler belirgin bir hiyerarşiye sahiptir. Bu sahnedeki ağacın köküne inip yeşermesini engelleyen paraziti yok etmedeki sembolizmin gözden kaçması mümkün değil. Herşeyden önce filmdeki ağacın bir çeşit ana-rahmi imgesini çağırıştırması iki anlam dizgisini akla getiriyor. Bunlardan ilki küçük kızın, ideale ulaşması için, özüne dönmesi ve oradaki karanlık güçle savaşması gerekliliği. İkincisi ise ağacın yeşermesi, yani hayatın ve hayatla bağlı olarak yeniden doğumun gerçekleşmesi için o hayatın içine yerleşmiş ve sürekli canlılığını çalan kötülükten arınılması gerekliliği. Bu test Ofelia’nın karakterinin kararlılık, güçlülük ve cesaret gibi değerlerinin ölçülmesi olarak ön plana çıkıyor. Kahraman yoluna, ancak bu açılardan kendini kanıtlar ise devam edebilecektir. Bu durumda ilk testte aldığı anahtar hem bir kutunun açılması, yani yüzeysel amacı, hem de bir sonraki aşamanın önünün açılması, yani metafor amacı için gerekli.
Ofelia’nın ikinci testi başka bir “anahtar”ı bulup getirmek. Yaşlı Pan, burada ona deneyim ve bilgeliğiyle yardımcı oluyor ve onun yardımı bu sahnedeki iki çatışmadan birinin temeli oluyor. Önce periler Ofelia’ya hangi kutuyu açmasının gerektiğini gösteriyorlar, fakat geleceği gösteren kitabından farklı öğrenen küçük kız aslında doğru olan kutuyu açıyor. Burada aklın, düşünmenin, ölçüp biçmenin önemi ve bir şeye körü körüne inanmanın zararları vurgulanıyor. Daha sonra ise Pan’ın ona ne olursa olsun masadan birşey yememesini söylemesine rağmen küçük kızın yemeklerin güzelliğiyle baştan çıktığı ve Pan’ın sözünü dinlememesinin sonucunda başının belaya girdiği bir sahne geliyor. Burada klasik bir bilgenin uyarısı, baştan çıkarılma ve bunun cezalandırılması miti kuruluyor. Buna bir çeşit “ilk günah,” Adem ile Havva sendromu da denebilir. Böylece klasik mitlerde verilen “ders”lerden biri olan, deneyimin ve bilgeliğin öneminin, baştan çıkarılmanın ve insanın düşüşünün engellenemezliğinin, ama bunun sonuncunda mutlaka bir cezanın olduğunun mesajı veriliyor. Ama bir uyarı niteliğinde olan bu deneyimden kahramanımız sadece bir iki perinin canavara yem olmasıyla kurtuluyor. Yani kahramanın kurtulması için ara karakterlerden bazıları, “daha az önemli” olanları, feda ediliyor. Burada kahramanın henüz işinin bitmediğini ve klasik mitlerdeki hiyerarşik düzenin kaçınılmazlığını görüyoruz.
Ofelia’nın üçüncü testi ise yeni doğmuş erkek kardeşini de alarak labirente dönmesiyle karşısına çıkıyor. Burada zaten iyi ya da kötü olduğu klasik mitlerde de kesin olmayan Pan’ın, Ofelia’nın kardeşinin saf kanının akıtılmasını istemesiyle, “kötü” yanı ön plana çıkarılıyor. Küçük kız büyüklerin dünyasındaki yalnızlığına rağmen bir bebeğin, daha da önemlisi doğumu sırasında ölen annesinden son kalan varlık olan kardeşinin, kanının akıtılmasına elbette izin vermiyor. Bu da zaten onun karakterini sınayan üçüncü testin en önemli parçası oluyor. Büyük ya da küçük kişisel çıkarları için masumların kanını akıtmayacak kadar iyi yürekli olan Ofelia’ya sonunda ideal dünyanın kapıları açılıyor. Kısaca özetlemek gerekirse ideal bir dünya için ideal bir insan tipi şablonu çıkıyor karşımıza. Şimdi bu klasik mite karşılık bir de gerçek dünyanın mitine bakalım. Böylece arada aslında çok da fark olmadığını göreceğiz.
Kaptan Vidal ve Mit Olarak Üstanlatı
Kaptan Vidal, Ofelia’nın fantastik dünyasına karşılık, modern dünyanın sürekli mücadele ortamında kendini kanıtlamak zorundadır. Onun için ideal dünya “kızıl”ların olmadığı bir dünya olsa da verdiği asıl savaş, geçmeye çalıştığı asıl test, tıpkı Ofelia gibi, kendi özünde gerçekleşmektedir.
Kaptan’ın hikayesinde mit olarak değerlendirilebilecek farklı üstanlatılarla karşılaşıyoruz. Elbette bunların en çok vurgulananı “faşizm” üstanlatısı. Ulus bilincinin, ideal toplumun yaratılması için, farklılıkların ve değişik düşünce tarzlarının ortadan kaldırılmasına kadar giden fanatik boyutlara ulaştığı ve bu bağlamda yapılan her türlü uygulamayı meşrulaştıran bir ideolojinin, İspanya’daki halinin temsilini görüyoruz filmde. Lyotard’ın savunduklarını hatırlarsak, bu özellikleri nedeniyle faşizmi bir mit, yani üstanlatı, olarak kabul edebiliriz. Tabii Ofelia’nınkine oranla, Kaptan’ınki oldukça marazi bir mit. Ofelia’nın deneyiminde akılcı tercihler yapabilme yetisinin önemini ortaya çıkaran testine karşılık, aynı mesaj Kaptan ile Doktor arasında geçen bir çatışmada bir sorun olarak veriliyor. Körü körüne inanmayı reddeden, ve aynı zamanda mesleğiyle modern dünyadaki idealizmi temsil eden Doktor, maalesef Ofelia kadar şanslı değil ve faşistik sistemin hiyerarşisin ağırlıkta olduğu gerçek dünyada idealizmini canıyla ödüyor.
Buna ek olarak, Kaptan Vidal’in diğer “mit”i de çok sağlıklı bir çizgi çizmiyor. Yeni eşini, sadece ona erkek evlat verecek bir araç olarak görmesindeki ataerkil sorunsala ek olarak, modernitenin getirdiği kendi varlığına yer açabilmek için geçmişle olan bağlantılarını koparmak gereksiniminin, Freud’un bahsettiği Oedipus saplantısına varan temsili Kaptan’ın benliğini gölgeliyor. Yani Kaptan babasının gölgesinde kalmaktan herşeyden daha çok korktuğu ve sürekli bunu engellemenin savaşını verdiği bir sınamadan geçiyor. Buna bir de ataerkil düşünce ve otorite yapısının “soyunu devam ettirme” takıntısı eklenince, Kaptan trajik kahramanlara taş çıkartırcasına engellenemez düşüşünü tamamlıyor ve bu düşüşü ölümle taçlandırıyor.
Filmin sonunda, iki kahraman da kaçınılmaz sona varıyor. Sembolize ettikleri mitlerin kaçınılmaz sonu, karakterlerin ölümleriyle perçinleniyor adeta. Aradaki fark ise: karanlığı temsil eden Kaptan Vidal’in ölümünün ötesiz olması ve oğluna rağmen mirasının devam etmemesi; buna karşılık bir çeşit “mutlu son”lu popüler kültür ürünü gerekliliğiyle, küçük Ofelia’nın ölümünün, yani iyilik ve güzelliğin, yeni bir hayata, kısacası umuda can vermesidir.
Açıkçası, bir çok anlatı özelliğinin bir arada kullanıldığı bu başarılı filmin işleyişi ile ilgili daha pek çok şey söylemek mümkün ama biz burada bitirelim. Sonuç olarak, Pan’ın Labirenti’nde gösterildiği üzere, aslında birbirine tamamen karşıt yaratılmış olan iki dünyanın ve üstanlatılarının özde birbirinden hiç de farklı olmadıklarını ve ikisinin de bir çeşit mit olduğunu söylemek mümkün. Filmin ana müziği olan ve kulağa oldukça hoş gelen, ninni de ironik bir şekilde mitlerle uyutulmanın altını çiziyor sanki.
Evrensel Kültür, Ağustos 2007, sayı 188’de yayımlandı.
Like this:
Like Loading...
Related