Kaybedenler Kulübü’ne dair…

Öncelikle şunu söyleyerek başlamalıyım: Kaybedenler Kulübü filmini genel olarak beğendim. Özellikle kurgusu ve sinematografisi başarılı. Gerçi arada tribünlere oynayan bazı sahneler var ama kısa sürede bir kült film olup belli bir hayran kitlesi kazanacağından eminim. Fakat beğenerek izlesem de ve yer yer çok gülmüş olsam da yine de olgun bir eser olduğunu söylemem zor. Aslında işlenen konu çok önemli: “modern insanın yalnızlığı.” Bu konu mesleki açıdan benim de ilgi alanıma giriyor. Zaten filmde bu temayı vermek için kullanılan ressam, Kuşbeyin, taksi şoförleri gibi yan karakterler gerçekten iyi.
Ama filmde en oturmadığını hissettiğim şey yine bu konuyla alakalı. Filmin yan karaktlerinin temsil ettiği modern insanın yalnızlığı güzel yansıtılırken, baş karakterlerin yaşadığı ve dikkat çektiği yalnızlık postmodern bir yalnızlık, hem de gayet Amerikanvari bir postmodernite tezahürü. Bildiğiniz sex, drugs and rocknroll tadında. Yani, sadece Amerikan coğrafyasında doğal duran bir gerçeklik. Bizim için de gerçekçi elbette, ama bu gerçekçilik sadece son dönem nesillerin zaten dünyaya gayet Amerikanvari gözlüklerle bakmasından kaynaklanıyor. Bu açıdan bakıldığında da ben yan karakterlerin yalnızlıklarıyla ana karakterlerinkileri bağdaştıramıyorum. Benim kafamda onlar aynı kulübe üye olamıyorlar bir türlü.
Bu tarz sorunlar filmde basit şekillerde kendilerini belli ediyorlar aslında. Mesela Kaan’ın gömleklerinde “Loser” yazıyor. Yani, Amerika’da “kaybedenler” için kullanılan terim. Ama Amerikanca’daki o “Loser” filmde yansıtılan kaybedenler olma durumuyla bir değil maalesef. Amerikan kültüründeki büyük “L” ile yazılan “Loser” hiçbir şey beceremeyen, hayatta başarısız, insan ilişkilerinde etkisiz, belki biraz “geek” ya da “nerd” tabir edilen tiplerdir. Türkiye’de Kaybedenler dendiği zaman aslında akla daha derin ve aynı zamanda daha romantize edilmiş bir kavram gelir. Kısacası, filmde hikayesi anlatılan “Kaybedenler” bence “Loser” değiller, ya da “kaybeden” olmak için “Loser” olmak zorunda değiller.
Başka bir örnek de “çimenler komşunun bahçesinde her zaman daha yeşildir” deyişinden ortaya çıkıyor. Etimolog ya da dilbilimci değilim –edebiyatçıyım- ama bildiğim kadarıyla bu doğrudan İngilizce’den bir çeviridir: “The grass is always greener on the other side.” Biz benzer bir durumda “komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” deriz. Aslında ilk bakışta önemsiz gibi görünen bu farklılık ciddi bir toplumsal dilbilim meselesidir. Yoğunlukla kırsal olan bir kültürde elbette bahsi geçen ilişki tavuklar kazlar üzerinden kurulacaktır. Buna karşın kendine ait bahçeli evlerde oturan insanlar komşularının bahçelerindeki çimenlerden bahsedeceklerdir. Türkiye’de bahçesi çayır çimen ev sahibi olmak sadece belli bir sınıf için mümkündür. Benim gördüğüm kadarıyla da filmin kaybedenlerinin çoğunun, kentsel yaşamlarında böyle bir lükse sahip olma ihtimalleri yok.
Duyduğuma göre filmin hikayesi gerçek bir olaydan alınmış. Edebiyatta öğrendiğim en önemli şeylerden biri bu “gerçekçilik” meselesinin çok da anlamlı olmadığı. “Gerçeklerden alınma,” “gerçekçi” yakıştırmaları aklıma hep, “eee, ne olmuş ki” sorusunu getiriyor. Harbiden, eee ne olmuş ki? Eğer mesele gerçekçilik meselesi olsaydı dünya edebiyatının hemen tamamını çöpe atmak gerekirdi, çünkü kurgu ancak gerçeği kendi doğasında yoğurup kendi anlam bütünlüğünü yansıttığı sürece başarılı sayılabilir. O da her zaman değil. Yani filmin gerçekle ilişkisi anlamlı elbette ama bu onu a priori “iyi” bir film yapmaz.
Kaybedenler Kulübü’nün kült bir film olarak dikkat çekmesinde tabii ki söz konusu gerçek radyo programının büyük payı var. Radyoda sınır tanımayan iki programcı: iyi çok güzel. Seksin ve cinsellikle ilgili hemen herşeyin tabu olduğu ülkemizde çok cesur: Kabul. Hatta belki bugün böyle bir programın yapılması daha bile zor olacaktır: O da kabul. Ama ben bu özgürlük anlayışı üzerinden gerçekten anlamı olmayan şeylerin kahramanlaştırılmasını, kültleştirilmesini de çok matah bulmuyorum. Film için önemli bir ayrım belki ama bence yine filmi a priori “iyi” yapacak bir nitelik değil. Mesela, sokak dilinin ve küfürlerin kullanımını puritanlıktan bir nefes alış olarak görüyor ve “karnivalesk” açıdan anlamlı buluyorum. Ama iki radyo programcısının her kadın dinleyenle seks konuşmaları açıkçası bana biraz geç-ergenlik ifadesi olarak geliyor. Ayrıca, şu özgür ruhlu erkek ve onu düzene sokmak isteyip boğan kadın klişesi artık bıktırmadı mı?
Bir de “Kaybedenler Kulübü” meselesi var. Bu konuda duruşum gayet net. Gerçekten yalnız olan insan, onun ne kadar pis bir duygu olduğunu çok iyi bilir ve asla yüceleştirmez. Onu romantize eden kaybedenler kulübü tadında oluşumlarda ben biraz ilgi arayan büyümemiş çocuklar görüyorum. Belki de hayatlarında hiç gerçekten yalnız kalmamış insan tipleri. Romantizmin melankoliyle birleştiği noktada duruyor ve kendilerine kendilerini iyi ve özel hissedecek bir alan yaratmaya çalışıyorlar.
Filmin bence en başarılı yönlerinden biri oyunculuk. 11’e 10 Kala’daki Nejat İşler, Ercüment Çözer olan Nejat İşler ve Kaybedenler’deki Nejat İşler o kadar birbirinden farklı ve bu farklılıklarında o kadar başarılılar ki oyuncunun müthiş bir olgunluk dönemi geçirdiğini söylemek mümkün. Serra Yılmaz’ın o göründüğü kısacık anlarda filme kattığı değer de ayrı bir özel. Ben Mete’nin Annesi gibi bir anneye sahip olacak kadar şanslıyım, bana nefes alma ve kendi istediğimi arama imkanı veren… Bu şansa sahip kaç kişi var?
Kısacası elde müthiş bir materyal var, hikayenin güzel bir potansiyeli var. Oyunculuk gayet başarılı. Ama senaryo ve işleyiş açısından zayıf bir film Kaybedenler Kulübü. En azından benim için, belki de filmden çok daha fazla şey beklediğimden, bir hayal kırıklığı. Yine de farklı olması ve yapmaya çalıştıkları için izlemeye değer elbette.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s