Lafargue Psikiyatri Kliniği ve Ralph Ellison

1946’da Harlem’de, bir kilisenin bodrum katında kurulan Lafargue Psikiyatri Kliniği 1958’e kadar açık olduğu süre boyunca Harlem’deki hem siyah hem beyaz halka terapi ve psikiyatri hizmeti sundu. Çalışanlarının maaş almadığı ve büyük bir çoğunluk için ücretsiz olan bu klinik bir yandan yoksullara, ötekileştirilenlere, ırkçılık ve ayrımcılık altında ezilenlere önemli bir destek sağlarken, öte yandan ırkçılığın siyahlara verdiği psikolojik hasarı anlamayı ve sağaltmayı hedefliyordu. Ayrımcılığın yarattığı patolojinin çevresel faktörlerini ön plana çıkaran terapötik çalışmalar ruh sağlığının toplumsal boyutlarına odaklanmıştı. Çıkan sonuçlar siyahların deneyimlediği psikopatolojinin geniş bir Amerikan toplumu sorunun bir parçası olduğunu ve ancak sosyo-ekonomik ve ırkçılık karşıtlığı yöntemlerle çözülebileceğini gösteriyordu. Lafargue Kliniği dönemi için oldukça ilerici ve devrimci bir teşebbüstü.

Dr Frederick Wertham tarafından kurulan klinik hem birçok beyaz psikiyatrist hem de şehrin siyah entelektüelleri tarafından destekleniyordu. Bunlar arasında dönemin iki önemli yazarı Richard Wright ve Ralph Ellison da bulunmaktaydı. Kliniği “demokrasinin yeraltı uzantısı” olarak gören Ellison bu teşebbüsün ırkçılık ve ayrımcılık altında ezilen siyahlar için kıymetini anlatan bir metin kaleme aldı: “Harlem Hiçbir Yerde Değil.” Bu metin ilk olarak 1964’te Harper’s Magazine’de yayımlandı.

Metni Sivil Haklar hareketi öncesi ırkçılık karşıtlığı bağlamında önemli ve ilgi çekici bulduğum için çevirdim. Lafargue Kliniği’ne dair daha detaylı bilgiye Gabriel N. Mendes’in Under the Strain of Color: Harlem’s Lafargue Clinic and the Promise of an Antiracist Psychiatry kitabından ulaşabilirsiniz.

Harlem Hiçbir Yerde Değil

Oraya ulaşmak için önce bodruma inmeniz ve labirente benzer koridorlardan geçmeniz gerekiyor. Yolculuk iki kez kör duvara çıkarmış gibi olur; sonra sonunda ışıl ışıl aydınlatılmış bir oditoryuma varırsınız. Ve nihayet burada karşılama masalarında sosyal hizmet uzmanları, ötede üst katlara ısı ve su taşıyan boruların altında sıra sıra dizilmiş banklarda bekleyen hastalar vardır. Ellerinde hasta tabelalarıyla derme çatma görüşme kabinlerini oluşturan paravanların arkasında gözden kaybolan beyaz önlüklü psikiyatristler görürsünüz. Tüm bunlar hareketli bir verimlilik yaratmaktadır ve hastaların endişeli yüzleri uzman personelin cana yakın gülümsemeleri ve alçak sesleriyle aydınlanır. Lafargue Psikiyatri Kliniği’ne gelmişsinizdir.

Bu klinik (çalışanları hiçbir maaş almamaktadır ve ücreti sadece yirmi beş senttir – o da imkânı olanlara) yoksullara psikoterapi sağlamak için belki de ülkedeki en başarılı teşebbüstür. İki yılda kesinlikle Harlem’in en önemli kurumlarından biri haline gelmiştir. Sadece bölgedeki tek ruh sağlığı kliniği değildir; şehirde hem Zencilerin hem beyazların detaylı psikiyatrik yardım alabilecekleri tek merkezdir. Bu nedenle varlığı önemi bir psikoterapi merkezi olarak kıymetinin dahi ötesine geçmektedir; burası demokrasinin yeraltı uzantısını temsil etmektedir.

Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Zenci yaşamının tüm kapsamını tanımaya adanmış çok az kurumdan biri olduğu için, Lafargue Kliniği tüm stereotipleri reddeder ve Amerikan Zenci kişiliğini şekillendiren üç temel toplumsal faktör arasındaki olası her türlü varyasyonla ilgilendiği söylenebilir: bu kişilik ırksal ve kültürel bir azınlığın üyesi, bazı siyasi ve ekonomik ilişkiler ağına yakalanmış Amerikan vatandaşı ve devrimci bir dünyada yaşayan modern biri olarak görülmektedir. Böylece, her hastaya, beyaz ya da siyah, kendine geleceğe doğru bir yol arayan ve bu yüzden kendine dair her türlü keşfin umut, acı ve korku pahasına burada ve şimdi yapılması gereken, kültürel ve biyolojik bir geçmişe sahip bir varlık – Amerika’nın karmaşık güçlerine tepki verirken kafası karışmış bir varlık– olarak dinamik bir şekilde yaklaşılır.

Lafargue Kliniği’ni biraz kenara bırakırsak, bu kafa karışıklığını yaratan güçlerin bazıları nelerdir? Kliniğin tanımak istediği bu bütünlüklü Zenci kimdir; yaşadığı sahnenin psikolojik karakteri nedir; ve tökezleyerek ona doğru ilerlediği ve kafasını karıştıran gelecek nedir? Sahneyle başlayalım: Harlem.

Harlem’de yaşamak şehrin ta bağırsaklarında ikamet etmektir; kiliselerin monoton bir şekilde yükselen kuleleri ve haçlarıyla göğe doğru patlayan ve çöp ve çürümüşlükle ayak altında dolanan sokakları arasında labirentvari bir varoluş sürdürmektir. Harlem bir harabedir; sıradan unsurlarının büyük bir kısmı (suçları, sıradanlaşan şiddeti, çerçöple dolu bodrum girişleriyle ufalanmakta olan binaları, kötü kokan koridorları ve haşarat işgalindeki odaları) rüyalarda görünen ve ıssız bir geçide musallat olmuş gaspçılar gibi saklı ve tehditkâr anlamlarla uyanıklık halindeki zihinde titreşen eciş bücüş imgelerden farksızdır. Fakat bu bir rüya değil, dört yüz binden fazla Amerikalının gerçeğidir, birçok kişi için dünyayı tanımlayan ve şekillendiren bir gerçek. Kaldırabileceğinden daha kalabalık ve siyasi ve ekonomik açıdan sömürülmüş olan Harlem, Zencinin doğduğu kendi ülkesinde daimi yabancılaşmasının sahnesi ve sembolüdür.

Ama Harlem’in toplumsal ve ekonomik unsurlarına dair çok şey yazıldı çizildi; biz burada onun psikolojik karakteriyle ilgileniyoruz, kentli varoş şartlar ve folk hassasiyetler arasındaki çarpışmadan yükselen bir karakter. Amerikan Zencileri tarihsel olarak öylesine yoğunlaştırılmış bir zaman diliminde (hepitopu seksen beş yıl) onları kölelikten sanayi dönemi insanı olma haline sürükleyen devasa bir değişim sürecinin ortasında kaldılar ki, resmen sadece Mason-Dixon hattını geçerek feodalizmden sanayileşme girdabına adım atmaları mümkün.

Dönüşümün bu aniliği ve Zenci kişiliğinin kültürel faktörlerinde neden olduğu çatışma Harlem’de görülen bazı aşırı karşıtlıkları, bu kişiliğin hem olumsuz hem olumlu niteliklerini açıklıyor. Nitekim, eğer Harlem folk-Zencinin ölüm ızdırabının sahnesiyse, aynı zamanda aşkınlığının da gerçekleştiği yerdir. Burada yanı başlarındaki beyaz saçlı yetişkinler çocukluklarının feodal karanlığında sürünürken, yetenekli gençlerin onlarca yıllık bir gelişim sürecini kısacık bir yirmi yılda atlayıp geçmeleri mümkündür. Burada önceden pamuk toplayıcısı olan biri bir cerrahın hassas ellerini geliştirebilir ve dedeleri hala büyüye inananlar atom üzerine çalışan bilim insanları olmak için iyimser bir şekilde hazırlanabilirler. Burada yazılı bir edebiyata sahip olmayanların torunları hayatlarını Freud ve Marx’ın, Kierkegaard ve Kafka’nın, Malraux ve Sartre’ın gözlerinden inceleyebilirler. Dönüşümün hızı öylesine akışkan ve değişen bir dünyanın doğasını açıklamaktadır ki, çoğu zaman zihinde gerçek ve gerçekdışı iç içe geçer ve fevkalade olan ona varoluş imkânı vermeyen menfur gerçekliğin kendisinin arkasından işaret edip seslenir.

Zaten bundan ötürü en gerçeküstü fanteziler Harlem’in sokaklarında dışa vurulur; adamın biri bağıra çağıra ve aslında I. Dünya Savaşı’nda patlamış hayali el bombalarını sağa sola atarak trafiğin içine dalar çıkar; bir oğlan kendi annesinin tecavüz-soygununa dahil olur; parkta karısını döven bir adam boks “bilim”ini kullanır ve Queensberry Markisi kurallarını gözetir (enseyi yumruklamak, belden aşağı vurmak yok); iki adam bir üçüncüyü tutarken bir lezbiyen onu jiletle ölümüne keser; el yapımı tabancalar taşıyan (ki bunlar kökenlerinin Güneyinde ergenlerin erkekliğe özenmesinin oyuncak sembollerinden başka bir şey değildirler) gangster oğlanlar genç rakiplerini kurşunlar; hayat bir maskeli baloya döner; her gün egzotik kostümler giyilir. At kiralamaya parası olmayanlar binici kıyafeti giyerler; av gezisine parası olmayan ya da nadiren spor etkinliklerine katılan bir başkaları yanlarında tüfek desteği taşır.

Çünkü bu, hayal gücü enerjisinin çoğunluğunun sanat eserleri yaratılmasına değil, toplumsal ayrımcılığın geriliminin giderilmesine harcandığı bir dünyadır. Pek vatandaştan sayılmayan ama Amerikalı, modern insanın gerginlikleriyle dolu ama ilkel kabul edilen Zenci Amerikalılar çaresiz bir kimlik arayışındadırlar. Kendilerine atfedilen ikinci sınıf statüyü reddederek kendilerini yabancılaşmış hissederler ve tüm hayatları şu sorulara cevap aramaya dönüşmüştür: Ben Kimim, Ben Neyim, Ben Nedenim, ve Nerede? Özellikle, Harlem’de “Nasılsın” selamlaşmasına sıklıkla “Ah, dostum, hiçbir yerde değilim” diye cevap verilir – bu o kadar sık rastlanır bir tavrı ortaya koyan bir ifadedir ki bir jeste indirgenmiştir, görünürde önemsiz bir kelimeye. Aslında Zenciler hayat şartlarının ilkel ve modern, etik olan ve olmayan, ahlâklı ve ahlâksız, vatanseverlik ve vatan hainliği, trajedi ve komedi, aklıselimlik ve delilik gibi terimlere yeni tanımlar gerektirdiğinden bihaber değildirler.

Ama artık çok uzun zamandır –“Blow Top Blues” gibi şarkılara ve Harlem’in popüler söyleminde, kuşkusuz adlandırdıkları hallere karşı söz-büyüsü olarak, çıldırmışçasına, çılgınca ve delice gibi ifadelerin patlamalarına rağmen— Zenci hayatının gerçek dışılığı karşısında sakin durabilmek gittikçe zorlaşmıştır. Ve bazıları garip histerik din biçimlerinde, içki ve uyuşturucularda rahatlama arıyor olsa da, kimileri açmazlarının nedenlerini analiz etmeyi öğreniyor ve onları düzeltmede başkalarıyla birleşiyorlar, bunlar giderek artan bir şekilde Lafargue Psikiyatri Kliniği’nin yolunu buluyorlar.

Güneyli geçmişlerine bakıldığında Kuzeydeki Zencilerin kültürel tarihleri mitolojiden çıkma trajik bir halkın efsanesine benziyor, kendi mutsuz vatanlarından uzaktaki bir dağın görünürdeki huzuruna kaçan ama göçerken ölümcül bir yargı hatası yapıp her seferinde dağa ulaşma vaadinde bulunup her seferinde duvara çıkan labirentvari geçitlerden oluşan büyük bir yarığa düşen bir halkın. Bir Zencinin durumu Kuzeyde Güneyde olduğundan daha kötü değildir, ama Kuzeyde teslim olur ve kişiliğinin belli başlı önemli desteklerini tekrar yerine koymaz. Yüzyıllarca zulmünü deneyimleyip –hatta içinde ve tarafından şekillendiği– Faulkner’ın “dayanıklılık” diye bahsettiği hayatta kalkma tekniklerini geliştirdiği görece durağan bir toplumsal düzeni ve Hemingway’in cesaretin tanımı olarak kullandığı “baskı altında zarafet”in basit bir çalım olarak görünmesine neden olan tehlikeli durumlardaki hareket rahatlığını geride bırakmıştır. Köylü sinikliğinin –umutsuz umutların tatmin olması umudunun reddi— koruyuculuğundan ve içinde bulunduğu açmazın aşırı saçmalığıyla yüzleşerek (en azından gündelik hayat içinde) ve kabullenerek edindiği “dünyada evinde” olma hissinden vazgeçmiştir. Dahası, hayatına metafizik bir bütünlük görüntüsü veren, hala yönlendirici nitelikteki bir dini ve görece istikrarlı olan bir aile yapısını ve hareketlerinde ona rehberlik eden –doğayla ve Güneyli beyaz adamla günlük deneyiminde ölüm-kalım şartlarında sınanmış—bir folklor bütününü geride bırakır.

Bunlar Güneyli Zenci aklının (ve bir nebze Amerika Birleşik Devletleri’nin iç huzurunun) destekleridir; mütevazı ama paha biçilmez psikolojik kıymete sahiptirler. Güneyli Zencilerin tam demokrasinin geleceğine ve Kuzeyde bulunan ve New York, Chicago, Detroit gibi büyülü isimlerle anılan bir eşitlik Mekke’sine dair bastırılamayan inancın eşlik ettiği neredeyse mistik umutlarını sürdürmelerini mümkün kılarlar. Ritüellerle (ki tüm mitler ritüelle sürdürülür) kendilerini Zenci ünlülerin başarılarıyla tanımlayarak, onların kazanımlarını sayıp dökerek ve dolarlarını hesaplayarak ve nasıl hızla mütevazı doğumlarından manşetlik üne yükseldiklerini anlatarak sürdürdükleri bir inanç. Ve kuşkusuz bu hayalin infilakı Zenci kişiliğine içinde parçalarının uçuştuğu pislik, düzensizlik ve ufalanan taş işçiliği kadar hasar verir.

Zencilerin toplumun temel kurumsal yaşamına katılması engellendiğinde ekonomik ayrıcalıklardan ya da karmaşık olmayan duygularla bayrağı selamlama tatmininden çok daha fazlasını kaybederler. İnsanın daimi karmaşa tehdidiyle arasına koyduğu dayanaklardan birini kaybederler. Toplumsal kurumların atfedilen işlevleri ne olursa olsun, psikolojik işlevleri atomik yığmanın içinde pusuya yatmış kozmik yıkım gibi insan hayatının kıyılarında dolanan akıldışı, hesaplanamaz güçlere karşı vatandaşı korumaktır. Ve en dengeli Zenciyi bile endişeye açık hale getiren şey tam da ayrılıkçılık ve ayrımcılık aracılığıyla bu desteğin onlardan esirgenmesidir.

Sadece kendi hızlı tarihinin gerilimlerine değil, devrimci dünyanın modern insanda yarattığı çatışmalara da yakalanmış olan Zenci, beyaz Amerikalının vatansever törenlerde ve kendini Amerikan serveti ve gücüyle tanımlayarak eriştiği terapiye tam anlamıyla katılamaz. Onun yerine kendi “varoş-şoku yemiş” kurumlarına geri itilir.

Ama bunlar, folk kişiliği gibi, kaotik bir değişim sürecine kapılmışlardır. Ailesi çözülür, kilisesi parçalanır, folk bilgeliği kentli yaşama hiçbir şekilde uygulanamayacağı yanlış fikriyle ıskartaya çıkarılır ve resmi eğitimi (asla gerçekten onun değildir) onun tüm benliğini dönüştüren engin kuvvetlere dair ne bilimsel bir açıklama ne kapsamlı bir felsefi yorum sağlar. Halbuki sanatı bile dönüşmüştür; folk cazın lirik ritüel unsurları –Güneyde onun için mümkün olan tek gerçek bireyselliğin sanatsal yansıması, her bireyin kendi özgünlüğünü beslediği ama komşularıyla çatışmadığı üstün bir demokrasinin vücut bulması– teknolojinin hümanizme karşı bir zaferi daha olarak yerini bebopun neredeyse temasız teknik ustalığına bırakmıştır. Konuşması sertleşir, hareketleri saate göre ayarlanır, beslenme biçimi değişir, hassasiyetleri hızlanır ve zekası gelişir. Ama ona yön veren kurumlar olmaksızın ve açmazının net bir açıklamasının eksikliğinde –dini olanlar yetersizdir ve siyaset ve emek liderlerinin sundukları alenen eksik ve fırsatçıdır– birey dünyasının ve kişiliğinin akortsuz olduğunu hisseder. “Hiçbir yerde değilim” sözü her Zencinin içinde taşıdığı toplumda istikrarlı, tanınmış bir yerlerinin olmaması hissini ifade eder. Kişinin kimliği en yaygın kabul edilen varsayımların bile şaibeli olduğu hercai bir gerçeklikte sürüklenir. Kişi resmen “var”dır ama kişi hiçbir yerde değildir; kişi Amerikan demokrasisinin “yerinden edilmiş bir kişi”si olarak getto bir labirentte sersemlemiş bir şekilde dolanır.

Ve sanki bunlar bir halkın akli olana dair hissiyatının üzerinde yeteri kadar gerginlik yaratmıyormuş gibi, içinde yaşadıkları koşullar daha aşağı olduklarının kanıtı olarak benimsenir. Böylece Zenci yaşamının hüsranları (çoğu bu tarihsel andaki tüm yaşamın hüsranlarıdır) Harlem’in atmosferini, Lafargue Kliniği’nin Müdürü Dr. Frederick Wertham’ın sözleriyle “boşta salınan husumet”le sarar, bu bireyi o kadar çok yönden bombardımana tutan bir husumettir ki, kişi çoğu zaman onu belirli bir nesneyle tanımlayamaz. Bazıları onu ırksal ya da kişisel bir suçluluğun cezası olarak hisseder ve Tanrıya dua eder; diğerleri (Harlem’de “kötü Zenciler” denir) dünyaya karşı öfkeyle dolarlar. Bazen bu husumet dramatik bir kitle tepkisini tetikler ve sonuçları 1935 ve 1943’teki “Harlem ayaklanmaları” denilen kendiliğinden gelişen isyanlardır.

Ve neden bu tehlikeli meseleler, ki artık dış politikamız için bir problem teşkil etmektedirler, göz ardı edilmektedir? Çünkü siyahlar ve beyazlar arasında Amerikan gerçekliğinin asıl doğasına dair bir tartışma sürmektedir. Beyazlar kendi çıkarlarının peşinde Zenci deneyimine dair sadece yanlış değil aynı zamanda aslen Zencinin insaniyetini reddeden yorumlar dayatmaktadır (A. Philip Randolph’un Zenci deneyimine dayanarak vatan hainliğinin anlamını sorguladığı zamanki şaşkınlığı düşünün). Bu yorumların sesini bastırmak için fazla zayıf olan Zenciler yine de yaşamlarını gerektiği gibi yaşarlar ve yaşamlarının somut koşulları beyazların iddialarından daha gerçektir.

Ve önyargılı fikirlerden kurtulmaya ve Zenci, yani Amerikan, hayatının gerçekliğini görmeye yönelik bilimsel istekliliğiyle Lafargue Psikiyatri Kliniği’nin hem bir bilimsel laboratuvar olarak hem doğrudan demokratik faaliyetleriyle önemi tam da burada yatmaktadır. Onu var eden kişilik hasarının bir halkın karakterinin çözülmesi değil, bir yaşama biçiminin başarısızlığını temsil ettiğini kabul etmektedir. Çünkü bu başarısızlığa antidot olmakla kalmamakta, unsurlarından bir başkasına karşı daha galibiyeti temsil etmektedir.

Dr. Wertham on yıldır bir yandan farklı psikiyatri kurumlarının yöneticiliğini yaparken, diğer yandan Zencilerin tedavi görebileceği bir psikiyatrik merkez için mücadele etti. Fakat siyasetçilere, kent temsilcilerine yahut hayırseverlere yanaşmışsa da, her biri harekete geçmemek için bahaneler üretti. Kuruluşlar kayıtsız kaldı; siyasetçiler onu insani değil siyasi saikler gütmekle suçladı; Zencilerle hayırseverlerin dolarları arasında duran bazı liberal aracılar onu ayrılıkçı bir kurum kurmaya çalışmakla suçladı. Nihayetinde kliniğin para ya da resmi bir onay olmaksızın kurulmasına karar verildi. Sonuçlar heyecan vericiydi. Diğer psikiyatristlerden katkıda bulunmaları istendiğinde Dr. Wertham bir sürü teklif aldı. Her biri Zencilere karşı ayrımcılık yapan kurumlarda çalışan bu hekimler bilimlerinin bu hüsranının üstesinden gelmeye hevesliydiler ve itaatkarlıklarının ardına sakladıklarının en iyi yanları olduğunu düşünen bazı Güneyli Zenciler gibi, en önemli işlerinin Harlem’de bir bodrumda yaptıklarının olduğunu düşündüler.

Burada, bodrumda, hüsrana uğramış bir bilim asıl nesnesini bulmaya gelir: gerçeği arayan kafası karışıklar. İkisi de hüsranlarının kaynağını toplumsal düzenin hastalığında bulmaktadır. Bu şartlarda ve yaptığı çok halis işe rağmen, binlerce Lafargue kliniği Harlem’e dadanan gerçek dışılık hissiyatını dağıtamaz. Bunu bilen Dr. Wertham ve ırklar arası personeli mütevazı bir başarının peşindedir: her şaşkına dönmüş hastaya problemleri ve çevresi arasındaki ilişkiye dair bir içgörü kazandırmak ve bu kavrayıştan düşmanca dünyaya karşı dayanma iradesini yeniden biçimlendirmek.

Kaynak: Ralph Ellison, “Harlem is Nowhere,” The Collected Essays of Ralph Ellison. Ed. John F. Callahan. New York: The Modern Library, 1995, pp. 320-327

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s