Kendimi pek yeterli görmediğimden genelde sinema üzerine yazmamayı tercih ederim. Fakat bazen izlediğim bir film kafamdaki tilkilerin duruma göre farklı ritimlere dans etmesine neden olduğundan yazmak kaçınılmaz olur. Dokuz Eylül Üniversitesi’nin Pera Müzesi’ndeki etkinlikleri kapsamında gösterilen Ara bu filmlerden biri. Ümit Ünal’ın yazıp yönettiği film saatler, hatta günler sonra bile yer yer aklıma takılan sahneleriyle bazı konuları yeniden düşünmeme neden oldu. Aslında biraz da bu aklımda uçuşan, arada kıyıya köşeye takılan düşüncelerin ayaklarını yere bastırabilmek için yazmak şart oldu.
Ara çok yakın arkadaş olan iki çiftin birbirleriyle olan ilişkisini ve görünürde ideal olan dostluklarının, her birinin kendine özgü arada kalmışlıklarından dolayı, zamanla nasıl çürüyüp döküldüğünü anlatıyor. Hikayenin odağında insanların geçmişleri ve geçmişlerinin etkisinde şekillenen iç dünyaları bulunuyor. Kendisi ve çelişkileriyle barışamayan ya da beraber yaşamayı öğrenemeyen modern bireyin bu sıkıntılarla baş etme çabaları ve çoğu zaman baş edememe durumu çok iyi bir kurgu ve görsellikle veriliyor.Ünal söyleşide kısıtlı bütçeli bir filmin biraz daha kolay çekilebilmesi için mekanın kısıtlı tutulmasının basit ama önemli bir detay olduğundan bahsetmişti. Anlatının daha çok ön plana çıkmasını sağlayan bu kısıtlılığın bir kazanç olarak geri döndüğünü söylemek yanlış olmaz. Mekan kısıtlı olsa da “kare”ler zengin, bu açıdan da film edebiyatta şiirin sahip olduğu yoğunluğa sahip. Belki de bu yüzden aklıma bir tür “yeni medya-görsel edebiyat” fikrini düşürdü. Elbette Ara’da dikkat çeken sadece metinsellik değil. Benim artık Ünal’la özdeşleştirdiğim ve çok başarılı bulduğum sinematografi ve kurgu tarzı sinemanın görselliğinin en sade haliyle bile ne kadar zengin olabileceğinin ifadesi.
“Ara”da kalmışlığın sayısız hali vardır…
Söyleşide de söylendiği gibi, bahsi geçen kısıtlılık kuşkusuz metinle birlikte oyunculuğun da önemini arttırıyor. İlk Karanlıktakiler’de seyrettiğim Erdem Akakçe Ara’da da harika bir oyunculuk sergiliyor. Aslında çok sıradan olan bir karakteri performansıyla sıradanlıktan öteye taşıyıp tekil, özgün bir birey haline sokuyor. Ender böylece hem hepimiz, hem de sadece kendisi olan bir karakter olarak hayata karışabiliyor. Zaten oyunculuğunu çok beğendiğim Selen Uçer’in ise bu sefer cesaretine de ayrıca hayran kaldığımı söylemeliyim. Oyuncu, karakteri alışılagelmiş kadın algısından çıkarmayı başarırken, söz konusu arada kalmışlık olduğunda kadın ya da erkek ayrımının olmadığını, sadece insan olmanın geçerli olduğunu birebir yaşatıyor.
Uygulama açısından özellikle anlatı katmanları arasındaki geçişlerde kullanılan montajların çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Gül’ün babaannesinin eski evini çekim ekiplerine kiralamasından sahneler içeren bu geçişler, kapalı bir çerçevede hikayesi anlatılan karakterlerin dış dünyayla olan bağlantısı görevini görüyor. Bunu yaparken de o dış dünyanın –ki özelde bu televizyon dünyasıdır denebilir- dayandığı ilüzyon, yalan-gerçeklik verilirken belli bir ironi dikkat çekiyor. Ayrıca, bu uygulamayla iç dünya-dış dünya ekseninde, yalan-gerçeklikler arasında analojik bir yapı kuruluyor.
Anlatı ve tekniğin etkili kullanımına bir örnek de geridönüşlerin kurgusu. Modern anlatılarla birlikte değişen zaman algısı, geriye dönen veya ileriye atlayan zamansallık uygulamalarıyla metinlerin ifade yöntemlerini zenginleştirdi. Ara filmindeki haliyle ise sinemada kullanılan geridönüş tekniklerindeki gelenekselliğin de kırıldığı söylenebilir. Eğer geridönüş tekniğinin hikayedeki boşlukların doldurulması amacıyla kullanıldığını ve bu kullanımın bakışaçısını zenginleştirdiğini, böylelikle anlatının daha anlaşılabilir kılındığını düşünürsek, Ara’da bu durumun inceden inceye farklı olduğunu görebiliriz. Geridönüşlerle birlikte hikayenin boşlukları dolduruluyor ve anlatı daha bir anlaşılabilir kılınıyor, evet, ama bu anlaşılabilirlik de ayrıca görece bir hal alıyor. Geridönüşlerle oluşturulan çokkatmanlılık insan psikolojisi ve insan ilişkilerinin çetrefilliği söz konusu olunca anlatıcının güvenirliğini şüpheye düşürerek anlatının karmaşıklaşmasına neden oluyor. Yani, daha çok bilgi özde daha çok anlayış yerine, daha çok kafa karışıklığı, ve elbette, daha çok sorgulama getiriyor.
Sanatsal metinlerin önceliklerinden biri, çiğ bir şekilde ortalığa saçıp savurmadan izleyeni, okuyanı, bakanı, dinleyeni alışılageldik normları sorgulamaya yönlendirmesidir. İşte Ara’nın en etkili şekilde yaptığı tam da bu. Modernist metinleri hatırlatırcasına bireyin kendine yönelik sorgulamalarına yer veren film, insan olma durumunun sorunlu halleriyle birlikte, o sorunlu hallerin farklı arada kalmışlıklarla nasıl daha da zorlaştığını gözler önüne seriyor. Annesi ve babasının ayrılmasıyla travmatize olan Gül, cinsel kimliğini toplumsal baskılardan dolayı saklamak zorunda kalan Veli, babasına kendini kanıtlamaya çalışırken kendi hayatı elinden kayıp giden Ender ve sevdiği eşiyle kurduğu yalan dünyanın zarar görmemesi için anne olma hakkından vazgeçmeyle karşı karşıya kalan Selda… Karakterlerin her biri, farklı şekillerde de olsa, aslında özde toplumsal (aileyi de buna katmalı ve Philip Larkin’e selam çakmalı) beklentiler ile kişisel istekler, tercihler arasında kalan insanların ortak kaderinin ifadesi. Bu ortaklık ne sadece onlara özgü ne de sadece kurgusal. Hatta geçici ya da bölgesel, sınıfsal vs. de değil; evrensel ve sürekli kendi kendini üretmeye devam ediyor.
Hadi kabul edelim, hangimizin “ara”da kalmışlıkları yok ki? Bu yüzden senaryosu Ümit Ünal’ın olabilir ama Ara’nın hikayesi benim, bizim, hepimizin… Belki de en önemli soru şu: Sanat, arada kalmışlıklarımızın yarattığı boşlukları, hayatımıza dahil ettiğimiz insanların canını yakmadan ya da kendi canımıza kastetmeden doldurabilmenin yöntemlerinden biri mi? En azından modernistlere göre öyle olduğunu söylemek mümkün. Ne diyelim, böylesi anlamlı bir anlatı dünyası kurdukları için Ümit Ünal’ın ve emeği geçen herkesin ellerine sağlık; teşekkürler.