Bir yıl aradan sonra tekrar İngiltere’de olmak… İtiraf ediyorum uçaktan indiğimde kafam çok karışıktı. Yıllarımı geçirdiğim, kültürüne değer verdiğim, marazlı yanlarıyla da kabullendiğim bu topraklar, benim için Türkiye’den sonra hep ikinci bir ev gibi oldu. “Ev gibi oldu,” diyorum, çünkü sılanın ve gurbetin karmakarışık olduğu bu ruhta, benim “wanderlust’un laneti”dediğim türden bir aidiyet sorunsalı ancak “…gibi olmaya” izin veriyor. Bu şartlar altında olabilecek en tanıdık ama yine de her zaman biraz eksik bir ikinci ev, İngiltere. Bazı seminerler vermek için Nottingham’dan davet aldığımda, doğal olarak “eve dönüş” ile “yol”a dair iki ayrı heyecan birbirine eklemlendi, ve evet, iç dünyamı oldukça çalkaladı.
İngiltere’de yolda olmak demek, trenler demek… Trenle seyahat etmenin keyfini ilk Avrupa’da tatmıştım ama bu işin diplomasını İngiltere’de aldım diyebilirim. Bağlantı alternatiflerini ve hangi trenlerin daha rahat olduğunu bilmek, sonra yol boyunca aslında çok da değişmeyen bir coğrafyanın ince detaylarını izlemek, kitap okumak, ders çalışmak ve en önemlisi de düşünmek. Düşünmek için mükemmeldir tren yolculukları. Akıp giden görüntülere dalmak bende hep hayata dair sorgulamalara neden olur. Hayatta böyle akıp gidiyor işte dercesine… Tam da bu nedenlerden dolayı yalnız seyahat etmeyi çok severim ve tercih ederim. Hayatı benim gibi algılayan 1-2 dost dışında birileriyle yolculuk yapmak çoğu zaman benim için gereksiz bir sınavdır.

İşte kafamda bu ve beş benzemez düşüncelerle, bol tren yolculuklu bir İngiltere seyahati yaptım. Hem de bu sefer oldukça yoğun bir rota çizmek durumundaydım. Ne de olsa, dönem arkadaşlarımın hepsi doktoralarını tamamlayıp dört bir yana dağılmışlardı. Tamamını görmek maalesef mümkün olmayacaktı ama ne kadar çok kişiyi dahil edebilirsem o kadar iyi dedim. Kabul, bu sefer biraz abartmış olabilirim: Londra > Nottingham > Manchester > York > Nottingham > Londra. Yoğun, yorucu… Trenler, koyu bir kahve, The Guardian (Grauniad), alabildiğine kırsal İngiltere, istasyonlar, trenler, koyunlar, sınav kağıtları (!)
Nottingham’a davet edilmemi sağlayan ve bana evini açan, doktora programından arkadaşım Anna, birkaç yıl önce İstanbul’da beni ziyaret etmişti ve beraber çok keyifli vakit geçirmiştik. En az iki yıl sonra yeniden beraberdik. Anna ve partneri Lee, Thrumpton diye bir köyde, dönüştürülmüş eski bir okul binasında yaşıyorlar. Okulun –sanırım- idari kısmı denecek bölümü yaşam alanları, sınıfın olduğu yer de Lee’nin fotoğraf stüdyosu. Müthiş bir bahçeleri var, iki de süper kedileri. Sağolsunlar eski dostlar bana o kadar iyi baktılar ki, orada olduğum sürece “hayat bana güzel” derecesinde şımardım. Bahçede mangal, hamak, şömine başında muhabbet, sabahları uyandığımda beni bekleyen “şekersiz & sütsüz” filtre kahvem ve her sabah başka bir tür kahvaltı: “Eggs on toast,” “Irish Potato Farls” ve Lee’nin yaptığı epik omlet!

En son Nottingham’a gittiğimde Mittens (sarman olan) küçük bir yavruydu, şimdi kendini kaplan sanan bir delişmen oğlan. Yanına bir de Iris May’i almış. Bahçede “jungle” modunda gezinip duruyorlar. Ne bana ne de evdekilere yanaşıyorlar. Sadece dönmeme bir gün kala Iris odamın kapısının önünde uyumayı tercih ederek bana “yakınlık” gösterdi. Mittens ise eski günlerin hatrına bile yüz vermedi. Zaten benim kedilerle hep saygıya dayalı, mesafeli bir ilişkim olmuştur.
Evin her köşesi zevkle düzenlenmiş, geleneksel ile modern iç içe. Banyosundan, serasına; Lee’nin stüdyosundan bahçedeki kulübeye çoğu şeyi tek tek kendileri yapmışlar. Eh yaşayanlardan biri edebiyatçı, öteki fotoğrafçı olunca olur öyle. Bizim Türkiye’de apartman dairelerine sıkışmış hayatlarımızda elde edemeyeceğimiz bir estetik ve huzur. Sağolsunlar, bahçeye bakan en güzel odalardan birini de bana verdiler. Böylece ben de çalışmak ve huzurun bazen el ele olabildiğini öğrenmiş oldum.

Köyün içinden “Trent” akıyor ve doğa yürüyüşleri yapmak için harika. Gerçi doğaya meraklı olduğumdan değil ya, rahatlatıcı olduğunu söylemek lazım. Köyün, Anna’larının evinin bulunduğu kısmı aristokrat bir kadının “estate”ine dahil olduğu için gayet özel ve bakımlı. Hatta nehrin olduğu kısımlara sadece “estate” dahilinde yaşayanlar girebiliyorlar. Bu nedenle, nehrin oralarda dolanırken bende ister istemez bir romandan çıkmışlık duygusu uyandı. “Estate”in girişinden geçtiğiniz anda sanki 19. yüzyıla adım atıyorsunuz.
Nottingham ve gezdiğim diğer şehirlerden daha sonra ayrıca bahsedeceğim. Ama şimdilik, beraber “öğrendiğim” ve “eğlendiğim” insanlarla, bu kadar güzel bir ortamda bir arada olunca çok da dönesim gelmediğini açıkça söylemeliyim. Bir insan görece mutlu olduğu bir hayatı bırakıp neden asla aynı karşılığı bulamayacağı bir gerçekliğe döner sorusu kafamı kurcalamaya devam edecek elbette. Gerçi cevabını bildiğimiz soruları sormanın da pek bir anlamı yok.
Like this:
Like Loading...
Related