Al Gore 2006 yılında politik bir atak yaparak küresel ısınmayla ilgili ‘rahatsız edici gerçekleri’ açıkladığı uluslararası bir tura çıktı. Bu tur ve Gore’un sunumundan alınan görüntülerle hazırlanan “An Inconvenient Truth” (Rahatsız Edici Bir Gerçek) adlı belgesel, bilgilendirici içeriğinin yanında uygulanan teknikleriyle ideolojik bir araç olarak ön plana çıkıyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nin 2000 yılı seçimlerinde şaibeli olarak George W. Bush’a yenilen Gore, kendini çevreci bir amaca adayarak dünyayı dolaşıp idealist bir imaj çizerken aslında çok güçlü bir propaganda stratejisi de izliyor. Bu yazının amacı herhangi bir şekilde belgeselde anlatılanları herhangi bir yargı süzgecinden geçirmek değil. Küresel ısınma günümüzde bütün dünyanın yüzyüze geldiği ve önemi inkar edilemeyecek bir sorun, buna şüphe yok. Bunun gibi üzerinde çok araştırma yapılmış ve sayfalar dolusu yazılmış bir konuyu irdelemeyeceğim. Benim amacım bu konunun ve Gore’un sunumlarının belgesele dönüştürülmesinde kullanılan yöntemin ideolojik stratejisini ve bazı sembollerin nasıl bilinçli bir şekilde güdüleyici olarak kullanıldıklarını incelemek.
Belgesel –ve Gore’un sunumu—şu konuşmayla başlıyor:
“Ben Al Gore, Amerika Birleşik Devletleri’nin sıradaki başkanıydım.”
Bu sözlerin ardından salondan alkış ve kahkahalar yükseliyor, ve Gore ekliyor:
“Bunda komik birşey görmüyorum.”
Anlamlı sessizliğin ve seçim görüntülerinin ardından Gore sözlerine devam ediyor ve sunumuna geçiyor. Dünya basınını yolsuzluklarıyla meşgul eden 2000 seçimlerine espirili bir gönderme yapan bu giriş oldukça bilinçli hazırlanmış. Dünyayı daha sonra da etkileyecek olan bir olayı tarihin eskimiş sayfalarından çıkaran Gore, bunu espirili bir yoldan yaptığı için de sempatik ve neşeli bir ortamın sinyallerini veriyor: ‘Ben buraya siyaset propagandası yapmaya gelmedim. Sizlerle çok önemli bir konuda neşeli bir sohbet edeceğimiz bir seminer vermeye geldim.’ Yani seyirciye –halka—yaklaşıyor ve belgeselin asıl amacının, niteliğinin sinyalini veriyor.
İdeolojilerin amaçları en geniş anlamıyla alındığında halkı etkilemek olduğundan belgeselin daha en başında etkili bir adım atıldığına şahit oluyoruz. Dikkatli izleyicinin aklında beliren soru oldukça açık: ‘Bir daha ki Amerikan seçimlerinde Al Gore tekrar şansını deneyecek mi?’ Zaten bu noktadan sonra bütün parçalar yerine yavaş yavaş oturuyor.
Seminerlerin odak noktası küresel ısınma olsa da belgesel için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Görüntülerin, konuşmaların ve seminer parçalarının montajı merkeze Gore’un hem evrensel boyutta hem de – ve özellikle—Amerikan kültürü bağlamında övgüye değer niteliklerini alıyor. Mesela seminer görüntülerinin arasına düzenli olarak Al Gore’un dizüstü bilgisayarında çalışırken görüntüleri serpiştirilmiş. Aynı düzenlilikle ailesi ile birlikte olan görüntülerine de yer verilmiş. Böylece şu mesajı alıyor izleyici: Al Gore sadece çok çalışkan bir adam değil, aynı zamanda iyi bir aile babası. Seminerlerin içeriğine ve tarzına baktığımızda da onun çok zeki bir bilim adamı olduğunu ve çevreye de (dolayısıyla geleceğe) duyarlı olduğunu anlıyoruz. Nitekim Gore’un ‘internetin babası’ olduğuna ve kullanılan istatistiklerin hesabını yapacak kadar zeki olduğuna şahit oluyoruz. Amerikan başkanlığı için ideal bir aday değil mi? Özellikle George W. Bush’un uluslararası imajına ne kadar karşıt bir resim çizildiği düşünülürse…
Bu belgesel aslında seminerlerin zaten kendi edasında bulunan özellikleri biraz daha allayıp pulluyor ve belli bir stratejik düzene oturtuyor. Gore bu seminerler de belli başlı iletişim tekniklerini kullanarak etkili bir performans ortaya koyuyor. Sahne ve görsel malzeme kullanımı gibi temel tekniklerin beraberinde psikolojik destekle son derece kuvvetli bir cephe yaratıyor. Bilimsel açıklamayı takip eden, istatistik bilgiler sunumu pozitif değerlerin kalkanı arkasına yerleştirirken, kullandığı duygusal araçlar (bkz. Kutup ayıları örneği) ve kendi kişisel yorumları (hatırlarsanız ta en başta amaç kişisel ve samimi bir ortam kurmaktı) bu semineri – ve de belgeseli—güçlü bir ideolojik araç haline getiriyor.
Kısacası bütün bunların sonunda sanki şöyle bir mesaj çıkıyor biraz abartarak söylersek: ‘Eğer ben seçilseydim küresel ısınma sorunumuz olmazdı.’ Tabii dediğim gibi bu biraz abartı ama insan buna benzer duygularla ayrılıyor salondan. Böylece belgesel amacına ulaşmış oluyor.
Yazının başında da dediğim gibi amacım ne tarihi bir olayı yorumlamak ne de gerçekleri değer yargılarının süzgecinden geçirerek bir başka ideolojik metin yazmak. Zaten Bush değil de Gore seçilseydi neler olurdu tahmin etmem mümkün değil. Böyle bir niyetim de yok. Sadece ilgiyle izlediğim bir belgeselin, meslek alışkanlığıyla, bir metin olarak işleyişini incelemek istedim. Fırsat bulunursa kesinlikle görülmesi gereken bir çalışma… Herşey bir yana, yaşadığımız yüzyılda, küresel ısınma gerçeği hakkında insanı ‘rahatsız edici gerçekleri’ öğrenmenin önemi yadsınamaz.
Bu belgeseli beğenenlere, eğer bulabilirlerse, Tim Robbins’in çok başarılı olan, “Bob Roberts” (1992) ‘alaycı-belgeselini’(mockumentary) tavsiye ederim.
Bu yazı AltYazı, dergisi, Şubat 2007, Sayı 59’da yayınlanmıştır.
Bu ortaya atılan ideolojik araç fikri çok ilgimi çekti zira küresel ısınma problemini kullanarak bir ideolojik savaş sürdürülüyor ise Amerikan karşıt medyası ve sermaye sahipleri çizgi filimleri dahi işin içine katarak her türlü eleştriye bir yanıt bulabiliyor…
İdeolojik araç değil bir siyaset politikası yürütülüyor olabilir ve bu yürütülürken de abuk ,yapılamayacak seçim vaatleri yerine önemli bir konuyu göz önüne alıyor.
ki al gore Belgeseli izleyenlerinde göreceği gibi politikaya atıldığı ilk yıllardan itibaren çevre sorunlarını dikkatle takip etmiştir…
Samimiyetine inanıyorum ve güveniyorum seçim politikası bu kadar güzel yapılabilir..ortada bir ideoloji varsa bunun adı çevre ve barış ideolojisi olabilir…..