Tek Yazı İki Oyun: Nehir (Oyun Atölyesi) ve Adolf (Bo Sahne)

Oyun Atölyesi bu sezon değişen kadrosuyla iki farklı oyun sahneliyor. Bunlardan biri Jez Butterworth’ün Nehir oyunu. Hikayesini fazla açık etmeden metnin, idealize edilen sevmek ve sevilmek hallerinin karmaşık insan olma durumu karşısında hayal kırıklığına dönüşmesi üzerine kurulu olduğunu söyleyebilirim.
            2012’de yazılmış olan oyunun çevirisini Hira Tekindor yapmış. Bazı ufak tefek detaylar dışında (ör. uzakta olan birşeyi göstermek istediğimizde “bunlara bak” yerine “şunlara bak” demek daha doğal bir tepkidir) genel olarak iyi bir metin. Sahneleme ise bir bütün olarak keyifli bir tiyatro deneyimi yaşatıyor. En ufak detayına kadar düşünülmüş olan dekor etkileyici ama asıl kurguda kullanılan zaman-bellek algısı güzel verilmiş. Bunda oyuncuların başarısının payı elbette büyük. Özellikle Canan Ergüder, karakterini sahnede net bir şekilde yaşatıyor; böylece sadece Behzat’ın “savcı”sı olmadığını da bilmeyenlere gösteriyor. Haluk Bilginer ise… Haluk Bilginer. Marazlı, romantik, aşık adam rollerini kendine yakıştırmayı biliyor. Belki de bu nedenle araya düzenli olarak bu tür sempati duyulacak ya da çekici bulunacak karakterler almayı tercih ediyordur diye düşünmeden edemiyorum. Açık konuşalım, yakışıyor, yakıştırıyor ve hayranlarının da gönlüne hitap edeceğini biliyor. Kısacası, Nehir, Haluk Bilginer markalı, Oyun Atölyesi için artık klasik diyebileceğimiz tarzda, izlenmeye değer bir oyun.
            Bu yazıda bahsetmek istediğim ikinci oyun ise, geçen sezondan beri görmeyi çok istediğim ama ancak fırsat bulduğum, Bo Sahne’nin Adolf’u. İlk aklıma gelen elbette tek kişilik oyunların, hem oyuncu hem de yönetmen açısından çok zor olduğu gerçeği. Buna ek olarak, Adolf bir de konusu itibariyle bu zorlukla biraz daha üst bir seviyeden başetmek zorunda. Başarıyor da. Burak Sergen’in sahnedeki varlığı çok yoğun; alçalıp yükselen duygu dünyasına rağmen ritmi bozulmayan bir performans sergiliyor. 1,5 saat boyunca duygudan duyguya koşuyor ve Adolf’un hikayesini soluksuz izliyorsunuz. Oyuncu, Hitler gibi ağır bir örnek üzerinden erk ve iktidar arasındaki ilişkiyi ve egonun bu tür durumlarda konumunun psikolojik karmaşıklığını, karakterin yaşamının son anlarındaki travması aracılığıyla göstermekte oldukça başarılı.
            Elbette oyunun kendi bağlamı dahilinde güncelliği de cabası. Eskide kaldığını sandığımız, kalmasını istediğimiz gerçeklerin pek de uzakta olmadığını fark ettiriyor. Bahsettiğim sadece kendi öznel gerçekliğimiz bağlamındaki güncellik değil. Adolf aslında her köşede fırsat bekleyen otoriter ideolojilerin varlığını unutmamak ve demokrasinin ne kadar kırılgan olduğunu hatırlamak için de önemli bir metin. “Oyuncu”nun sorduğu gibi, “Faşizm kapınızı çaldığında ne yapacaksınız?
            Bu arada Bo Sahne’nin mekanı birçok yeni, özel tiyatroyla karşılaştırınca büyükçe diyebileceğimiz bir sahne. Dışardaki kafesi de gayet güzel. Yalnız, birşeyler içecek kadar vakti olmayan, ama yine de oyunu bekleyen insanlar için bir fuaye alanı olmaması, kafeyi alan kullanımı açısından biraz “lüks” kılmış. Bir de her ne kadar nedenlerini anlasam da tiyatroya reklam alma fikrinden hazzetmediğimi ve garipsediğimi de itiraf etmeliyim. 

Leave a comment